19 Mart 2015 Perşembe

ÇANAKKALE GAZİSİ AHMET DEDE'NİN SAVAŞ TRAVMASI





Gazi Ahmet Dede, Hacı Mustafa oğlu
Bu foto 1924'ten, Ahmet Dede 29-30 yaşlarında


Dünden beri Çanakkale Zaferi'nin 100. yılı münasebetiyle ailelerinden büyük dedeleri Çanakkale'de şehit düşen, gazi dönen bazı arkadaşlarımın iletilerini okuyorum ibretle.

Doğrusu, anneannesinden eskiden Bursa'nın nehirlerinden çıkan balıklara, "kozak yapan" köylü kadınların batıl inanışlarına köye gelen destancı kadınların destanlarına, II. Dünya Savaşı yıllarında zalım vergi memurlarından köylülerin tırım tırım kaçırdıkları buğdaya, İsmet Paşa'lı yıllarda köylerde ilkokullarda çocuklara ezberletilen şiirlere, köyleri saran sıtma salgınlarına kadar Bursa'nın geçmişine dair kıvır zıvır bir dünya ayrıntıyı dinlemiş olan ben, anneannemin kayınpederi, annemin dedesi gazi Ahmet Dede'nin savaş yıllarında başından geçenlerle ilgili fazla bir hikaye dinlemedim.

Bunun bir nedeni var. Büyük dede hakkında anlatılanlardan anladığım ve fakat ailede başkalarının kendisine pek de konduramadığı şu ki, Ahmet Dede, savaştan akıl sağlığı çok da yerinde bir adam olarak dönmemiş.

Annemin amcası olan dedemin anlattığına göre, Ahmet Dede, hem Sarıkamış, hem Çanakkale gazisi. Ahmet Dede Çanakkale'den Sarıkamış cephesine nakledilmiş. Ben buna şüpheyle yaklaşıyorum biraz, tarihler tutuyor, mümkün görünüyor; fakat Çanakkale'den sonra, buradan Sarıkamış'a bir asker sevkıyatı yapılıp yapılmadığına dair bir bilgim yok. 1. Dünya Savaşı çalışan arkadaşlar, işin doğrusunu, olurunu olmazını biliyor ise anlatsın.

Fakat dedemden dinlediğim Ahmet Dede, Çanakkale'de  yaralanınca, İstanbul'a Cerrahpaşa Hastane'sine sevk ediliyor ve orada yine Çanakkale'de yaralanıp aynı hastaneye gönderilen karındaşı Mehmet'le karşılaşıyor. İki kardeş sarılıp ağlaşıyor, helalleşiyor. Ahmet'in kardeşini son görüşü oluyor bu. Revirden tekrar savaşmaya cepheye giderken, Mehmet'in de içinde bulunduğu gemi alabora oluyor. Dedemin anlattığı bir denizaltı tarafından vuruluyor gemi...Mehmet Seddü'l-Bahir önlerinde boğularak can veriyor. Tıpkı anneannemin dedesi Hüseyin gibi... Tesadüf,  o da aynı gemide ve Mehmet'le aynı kaderi paylaşıyor.

Aslında Mehmet, Ahmet Dede'den bir gün evvel taburcu edilmiş. Ağabeyi Ahmet'e bir gün bekleyip, birlikte cepheye dönme teklifinde bulunuyor. Ahmet de "kardeşim, ikimiz, aynı yerde olmayalım, birimize bir şey olsa, bari diğerimiz kurtulur, anamızın babamızın başına döner...", diyor. Mehmet de bunu akla uygun buluyor ve yola çıktığı gün, başına bu iş gelip, şehit olunca Ahmet Dede derin bir vicdan azanı ve pişmanlık duyuyor.  Dedemden duyduğum Ahmet Dede hayatı boyunca kardeşinin teklifini kabul etmeyip, cepheye birlikte dönmediği için hiç kendisini affetmemiş, ömrü boyunca buna yanmış... Nitekim, savaştan sonra doğan ilk oğluna da kardeşinin ismini veriyor: Mehmet

Mehmet Dedemin anlattığı doğruysa, yani Ahmet Dede hem Çanakkale, hem Sarıkamış gazisiyde insanın bu cephelerden salim kafayla çıkabilmesi pek kolay değil doğrusu. Aslında akıl sağlığını yitirmek için biri bile yeter insana. Eli ayağı tutar halde fakat besbelli ruhunda müthiş yaralarla köye dönmüş Ahmet. Yattığı yerde duvardaki çatlaklarda birbirini boğazlayan insan yüzleri görür, bağırarak fırlarmış yataktan. Hep yedeğinde bir yerlerde kendini asmaya hazır bir yağlı urgan, tepesi attığında kendisini asmakla tehdit edermiş. Yemeğini ayrı yiyen, yemeği beğenmeyince, siniyle birlikte pencereden fırlatan, öfkesini alamayıp, aşağıda sininin tepesinde tepinen Ahmet... Dayağından bağırmasından yılıp, korkup, zavallı eşi, koca gözlü Sabire'nin kendisinden üst katta, dolabın içinde bir hafta saklandığı Ahmet... Neye kime kızdığı anlaşılmayan, ama heyheyleri gelince evde değil, gidip karların üstünde uyuyan Ahmet...

Belki yıllarca evde karısına, çocuklarına, torunlarına terör estirdiği için Ahmet Dede'nin kahramanlık hikayeleri pek yer bulmaz anneannemin hikayelerinde. Zaten kendi büyükbabası Hüseyin de şehit. Annesinden duyduğu, Bursa köylerinde erkek nüfusu o kadar tükenmiş ki ölüleri bir zaman kadınlar defnetmişler hep. Dolayısıyla evde bir gazinin olması olağan meselelerden, çok da büyütülecek bir durum değil. Sorunca büyük dedeyi, hatıralarında yer eden tek anlatısı, o haşin tabiatlı adamın gözleri dolarak "hep bitten öldük, harbden beter" demesi. Öyle bir bit varmış ki, soyunur, derilerinden kasatura ile sıyırırlarmış bitleri. Bit demek, tifüs demek tabii..

Ve elbet...açlık. Yiyecek bir şey olmadığı için çalılardan topladıkları meyveler...Bir gece birliklerine dönerlerken, bir dereden geçmişler. Geçerken çevrede çalıların üstünden meyve toplamaya bakarlarmış, Sabah olup da aynı dereden bir kez daha geçerken görmüşler ki, karanlıkta meyve ararken bilmeden kaya diye üstüne bastıkları hep dere içinde insan kellesi...

İşte kahramanlık hikayelerinden ziyade böyle bir dehşetin hikayeleri kalmış Ahmet Dede'den miras. Daha da bunun Yunan işgali yıllarında köye dadanan Rum çetelerden karısını, çocuğunu, yetim yeğeni Çakır Emine'yi alıp Bursa'ya bir eve kaçırması var.

Çakır Emine'nin babası, Ahmet Dede'nin kayın biraderi Süleyman, savaşta esir düşmüş nerede düştüyse... Bunların hiçbirinin ne bir fotografı, ne bir belgesi var. İsimsiz cisimsiz arkasında yazı çizi bırakamayan binler gibi. Süleyman Rusya'daki esir kamplarından birinde olduğunu tahmin ediyorum ben. Muhtemelen savaşın başında, Sarıkamış'ta esir düştü. Çünkü yıllar sonra kamptan dönebilenlerden, Süleyman'ın kamptan kurtulunca Enver Paşa'nın peşinden Azerbaycan'a gittiği, sonra oraya yerleşip evlendiği öğrenilir.

Ahmet, Mehmet, Hüseyin, Süleyman...İşte isimlerinden belli. Tam da arkasında yaşadıklarının izlerini bırakmadan yitip giden binlerce meçhul askerlerden.

Aslında geride kalan kadın ve çocukların, hele ki yıllar yılı Ahmet Dede'nin şiddeti, buğuzu altında yaşayan Sabire Nine'nin öyküleri en az onlarınki kadar önemli, bir o kadar da yakıcı. Ama onları bir başka sefere anlatacağım.