21 Şubat 2016 Pazar

GÜNEY MARMARA KÖYLERİNDE TUVALET, LAĞIM, KANALİZASYON İŞLERİ VE BOKLU DERE MESELESİ

21. Şubat.2016’da anneannemle yine bir kahvaltı sohbeti sırasında aldığım kayıt, yarım saat sürdü, sarım saatlik kayıttan yine beş makale konusu olabilecek malzeme çıktı.

Aslında başta derdim anneannemi köyde kubur işlerine dair sorgu sual etmekti. Zira efendim aziz dostum Mustafa Avcı’yla ortak bir Boktan Tarih kitabı yazma projemiz var, hadiseyi tüm tarihsel altyapısıyla gözler önüne serip analiz etmeyi düşünüyoruz ileride. Halihazırda Feysbuk dirler sanal platformda Tuvaletografi nam sayfayı işletiyoruz birlikte. Bir yandan da belgedir, malzemedir topluyoruz ufaktan ufaktan. Çünkü “bok” insanın olsun, hayvanın olsun, gerçekten kitabını yazmaya şayan bir hadise. Tarihsel bir figür bir kere, ondan kurtulması, onu değerlendirilmesi, bir yön vermesi, nerede toplanacağı insan ve toplum hayatının önemli meselelerinden biri. Sonra dışkı yoluyla bulaşan nice hastalıklar var, binlerce kişinin mesela ki koleradan öldüğü zamanlarda “bok” binlerin hayatını etkileyen ciddi bir tarihsel öğe. Bir ekonomik değer ayrıca! Gün oluyor, gübre oluyor, gün oluyor, samanla karışıp tezek oluyor, yakacak işlevi görüyor…vs. Neyse projenin ayrıntılarına, bok işlerinin modernizasyonuna falan dalmadan anneannemden devam edeyim.
Anneannemle boktan işlerden başladık, ama oradan arınma ve hamam işlerine, köy ortamında çamaşır yıkamaya, Bursa’daki yerli armut cinslerine, pekmez yapımına, imece usuluyle pekmez yaparken komünel yemek üzere pişirilen gıdalara, Bursa civarında yenilen otlara kadar bir dünya konu konuştuk yarım saat içinde.

Bütün bunları birbirine bağlamak anneanne marifeti tabii ama ben hem kendime yazma, hem de siz aziz kârilerime okuma kolaylığı olsun diye alt başlıklar halinde bu yarım saatlik söyleşiyi, az buçuk kendi bildiklerimle de herc-ü merç yazmak isterim.
Söyleşiyi anneannemin sesinden dinlemek isterseniz, kaydı işte burada:


Ben fakirin yorumlarıyla derlediği yazılar da bir yazı dizisi şeklinde peyderpey çıkacak. Söyleşideki sırayı takiple diziyi kubur işlerinden başlatıyorum.

Anneannem, daha evvel de yazmıştım doğum yeri Tahtalı Köy, gelin gitti yer ise Tahtalı’nın hepi topu 2 km kadar batısındaki Kayapa. Aradaki mesafe bu kadarcık olmasına ve birbirlerinden daima kız alıp vermelerine rağmen Tahtalı ve Kayapa Köyü insanları arasında önemli farklar vardır. Bir kere Tahtalı eskiden Rum ve Müslüman nüfusun karışık yaşadığı köylerden biri, ayrıca Bitinya’nın önemli ve eski merkezlerinden biri. Köyde eskiden Roma Hamamı, Kilise varmış. Okuduğum salnamelerde bilgisine rastlamadım, ama bütün Rum köylerinde 19.yy. sonunda okul mevcut, muhtemelen Tahtalı’da da vardı. Mübadeleden sonra Rum nüfusun yerini Balkan göçmenleri alıyor, demografik olarak böyle bir yapı…

Kayapa ise, eski bir Türkmen yerleşkesi, ismi Kayı-Oba’dan geliyor. Gerçi köylüler yüzyıllar önce Türkmen adet ve göreneklerini unutmuşlar, ovalıoğlu ovalı, gayetle yerleşik olmuşlar. Tahtalılar’a kıyasla evvel ezel daha sert mizaçlı, kavgası gürültüsü, cinayeti bol bir köy olduğu hep söylenir. Hatta köyün “Deli Kayapa” diye de lakabı var. Anneannemin hayatı Kayapa’da geçmiş olsa da, “bizim köy” dediğinde hâlâ bile Tahtalı’yı kasdeder.

Anneannemim köydeki evin Cumhuriyet tarihi kadar yaşı var, ondan hemen önce yapılmış, tam da yörede o zaman bolca olduğu gibi ahşap kerpiç, üç katlı bir ev. Bu evde yapımının ertesi Ahmet Dede  (bkz. Bu blogtaki 19. Mart 2014’te “Çanakkale Gazisi Ahmet Dede’nin Savaş Travması” başlıklı yazıda geçen Ahmet Dede) ve eşi Sabire ve onun üç oğlu Mehmet, Süleyman ve Hasan yaşıyor. Yine yörede sıklıkla rastlandığı gibi oğlanlar evlendikçe üç katlı evin üst katında hepsine birer oda tahsis ediliyor-ki bu üst katın geniş sundurması böcek zamanı, böceklik olarak kullanılır (bkz. Yine blogda 20. Şubat.2014 girişli “Bursa’da Arıcılık, Kozacılık ve Köy Avlu duvarlarındaki Gizemli Nişler” başlıklı yazı). Bir süre sonra, evin bitişiğindeki arsaya ayrı bir ev daha yaptırılır, iki ev birbirine bitişik nizam sırt sırtadır, avlularını bir duvar ayırır. Her birinin L şeklinde genişçe bir iç avlusu tepeden “U” şeklinde bitişir. Bu eve de ortanca oğlan Süleyman taşınır, daha sonra. Böylece köy camisinin yanındaki ada komple “Hacı Mustafa’lara” ait olur. Hacı Mustafa, Ahmet dedenin babası  ve en geç 1840 doğumlu falan olmalı. Onun hikayesi ayrı ve uzun, onu başka bir gün anlatırım, ama Hacı Mustafa’nın üstüne ben dördüncü kuşağım mesela, Hacı Mustafa’nın mezarda kemikleri toz olmuş çoktan, ama köyde nâmımız hâlâ Hacı Mustafalar. Ahmet Dede’nin sol bitişiğindeki ev de Hacı Mustafa’nın diğer oğlu, Ahmet Dede’nin amcaoğluna ait zaten. Kayapa’da “Hacı Mıstavalaaan evleri” böyle bir ada şeklindedir.

Anneannemin bu kayıtta anlattığı olaylar 1950, en geç 1960larda geçiyor. O tarihte henüz evin büyük oğlu Mehmet şehirde iş kurup, Bursa’ya yerleşmemiş, üç elti bir çatı altında yaşıyorlar kayınvalideleriyle birlikte, yani bir tam bir “geniş aile” vakası. Yine tarihlerde Köyde belediyeye ait bir kanalizasyon sistemi yok. Benim hatırladığım 1980 lerin sonlarına kadar da yoktu zaten.

L şeklindeki iç avlunun girişinde evin giriş kapısının karşısında, avlunun solunda bir çeşme,  onun yanında yemeklerin piştiği bir ocaklık vardır. Yakın zaman kadar kazanlarda salça tarhana vs. büyük işler hâlâ bu ocaklıkta oluyordu.  Avlunun sol yanında ilk sırada zemin katında sırasıyla ambar, onun yanında evin merdivenle yukarı çıkılan giriş kapısı, onun yanında da biz zamanlar büyükbaş hayvanların hanesi olan dam bulunur. Sol giriş başındaki ambarın kapısı yerden 50 cm. kadar yüksekti ki, olur da yanlışlıkla kapısı açık kalırsa içeri hayvanat dalmasın. Küçükken bana çok gizemli bir yer görünürdü bu ambar. Üst katta aynı zamanda bir küçük mutfak işlevi gören girişin açıldığı ve damın üstüne denk düşen oda, altta dam olduğu için sıcak olan ve zamanında evin oturma odası.  Burası aynı zamanda geceleri de kayınvalide ve kayınpederin (Ahmet Dede ve Sabire Nine)nin uyumaları için tahsis edilmiş.

Tekrar avluya dönecek olursak damın önünden ilerleyip, L şeklindeki bahçenin sol ucunda tuvalet bulunur, onun ötesinde şimdi çoktan yıkılmış, ama ben çocukken var olduğunu hatırladığım bir ağıl vardır, küçük baş hayvanlar için. Bir de ayrıca kümes tabii. Ayrıca bu iç bahçede meyve ağaçları vardır. Vişne, koca dallı bir incir, ceviz vs. Bu ağaçlar kimbilir ne zamandır ekilir sökülür yenilenir, ama sanırım incir ev yapılırken de vardı, bir hayli büyük çünkü…

Tuvalete dönecek olursak, elbette evvel ezel köylerde, daha evvelinde şehirlerdeki evlerde de olduğu gibi tuvalet dışarıdır ve aksi türlüsü düşünülemez, kabul edilemez. İnsan böyle bir mahremiyeti bunca kalabalığın içine taşımaz, hem sıhhî de değil :D. Eh, o yıllarda köylerde elektrik de olmadığı için gece kalkıp bahçedeki tuvalete gitmek bi hayli zordur. Özelllikle bütün gece neneden dededen soba başında ürkünçlü hikayeler dinlediyseniz!

Ben anneannemlerin Kayapa Köyü’ndeki evlerinin eski tuvaletinde giden doğruca foseptiğe gider sanırdım. Meğer öyle değilmiş! Mesele çok daha ilginç bir yere çıktı. Anneannemin ne zaman yapıldığını kimlerin yaptığını bilmediği bir tarihten köyde yeraltından geçen ve kesme taşlardan künklerden oluşturulmuş bir atık su sitemi varmış. Bu gerçekten çok rastlanır bir şey değil. Mesela anneannemin köyü Tahtalı’da böyle bir sistem bulunmuyor.

Dolayısıyla Kayapa’da inşa edilmiş her eski evin foseptiği kanallarla köyün bu ortak alt yapı sistemine bağlanırmış. Bu alt yapı sisteminin künk yolu, köyün “Boklu Dere”sine çıkarmış.

Efendim, “Boklu Dere” deyince Tekirdağ üzerinde çalışan, şehir tarihçisi arkadaşım Özlem Sert’i anmamak olmaz, çünkü Özlem’in teorisi hemen her Osmanlı kentinde muhakkak bir “boklu dere” olduğu yönündedir. Doğrusu şehirlerde de Kayapa’daki gibi atık su sistemi var mıydı bilmiyorum. Bursa’da ciddi anlamda bir temiz su taşıma için alt yapı sistemi var olduğunu biliyoruz, ama atık su sistemine rastlamadım. Bursa’da lağım atıklarının Osmanlı döneminde foseptiklerle sağlandığını düşünüyorum, ama bu bahis daha araştırmalara muhtaç. Yani, Kayapa Köyü’ne bile inşa etmişlerse, Bursa’ya da yapmışlardır belki… Bilemiyorum. Maamafih Özlem’in iddiası da şehirlerde atık su sistemleri olduğu yönünde değil zaten. Şehrin debbağhanelerinin ve mezbahalarının hep bu “boklu dere” kıyısında konuşlandırıldığını ve zinhar şehir içinde yerleşmelerine müsaade edilmediğini söylüyor. Malumunuz üzere debbağhaneler ve mezbahalar, kasaplar da bir hali pis atık üretir.
Yine Özlem’in söylediği bu derelerin isimleri şaşmaz bir şekilde adları hep “Boklu Dere” oluyormuş. Nitekim işte Kayapa’dakinin adı da öyle.

Efendim, anneannemin anlatısına geri dönersek, Kayapa’nın “Boklu Dere”sine komşu köylerin de atık sularının bağlandığı yok, bu sadece Kayapa Köyü’ne ait bir Boklu Dere. Demek ki o anneannemin bilip duyup hatırladığı bir yüzyıllık geçmişteki nüfusunun pisliğini dere kaldırıyormuş ki, anneannemin bilip hatırladığı bu dere hiç pis görünmezmiş ve suları berrakmış: “Yağmur pisliği alır götürürdü”, diyor. Derenin kaç kişinin pisliğini kaldırdığını şu şekilde tahmin edebiliriz. Kayapa, nüfus itibariyle Bursa’nın kalabalık köylerinden. 1907 Hüdavendigar Salnamesi’ne göre köyde 241 hane var. Tarihçiler ortalama nüfusu hane sayısını 5 ile çarparak hesaplarlar. Yani köy nüfusu 1205 civarı 1907de. Savaşla beraber bu nüfus biraz azalmış olabilir, 1940ların sonuna kadar köy nüfusunun 1500-1600 kişiyi çok da geçtiğini hiç sanmıyorum. Köye ait kanalizasyon sisteminin 1980lerin sonuna kadar kullanıldığını (belki künk sistemi borularla değiştirilmiştir bu arada, onu araştırmam lazım köyde) düşürsek, derenin bir hayli gür suyu olduğunu ve hızlı aktığını tahmin edebilirsiniz.
Suları berrak görünse de elbette boklu derenin suyu asla içilmez, burada çamaşır yıkanmazmış. Bir şey hariç: “Çocuk bezleri” boklu derede yıkanırmış. Bunun için anneler bir #boksüpürgesi yapar, derekenarında bezleri bu süpürgeyle önce pisliğini fırçalalarlar, sonra paklarlarmış.

Bunun dışında köylüler Boklu Dere’nin kıyısında tütün çimlerlermiş. Çünkü tütün çimi sulak arazi istiyormuş. Herhalde gübreli suyu gördüğünden mi bilinmez, burada çimler fırça gibi fışkırırmış. Sadece tütün çimi mi? Bir dünya da yabani ot!

Ama yabani ot bu sohbetin uzun bahsi, onu ayrı başlık altında yazacağım bilahare. Zaten bu kayıt da anneannemin topladığı #labada otlarının pişmesini bekler, bir yandan mutfakta karşılıklı kahve içerken kaydedildi.

Ama otla boku karıştırmayayım şimdi; zaten yoruldum. Şimdilik bu kadar. Kalın sağlıcakla aziz kârilerim.


Not: Az kaldı unutuyordum. “Bok”lu işlere girince tabii bir de gübre konusu var, anneannemle onu da konuştuk. Lakin Bursa çevresinde çalı çırpı, odun bolca bulunduğundan hayvan gübresinin kullanım ve değerlendirme alanlarıyla ilgili fazla bir şey çıkmadı. İç Anadolu ve Doğu Anadolu o konuda daha zengin. Bursa yerlisi anca gübreyi, ayrıca ocağının külünü gübre eder, götürür tarlalara serpermiş. Ekecek toprağı olmayanlar da ekenlere gübrelerini karşılıksız verirlermiş. Bir tarihten sonra Avrupa gübreleri çıkmış, hayvancılık da bitince, organik gübrelerin yerini bu beyaz Avrupa gübreleri almış. Mesele bundan ibaret.

20 Şubat 2016 Cumartesi

1940LARIN POPULER KÜLTÜRÜNDE 1939 ERZİNCAN DEPREMİ, KÖY YERİNDE SERENADE VE KOPOLE



Sabahları anneannemle kahvaltıya oturduğumuzda bir ritüelimiz var. Birbirimize "Günaydın Bayan Lale, Günaydın Bayan Suna", diyoruz. Size komik gelmeyebilir, ama anneannemim ağzından böyle "baylı bayanlı" ifadeler komik oluyor, gülüşüyoruz. Aslında bu "Bayan Lale" ve "Bayan Suna", 1939da Bursa Tahtalı Köyü'nde ilkokula başlayan anneannemin ABeCe kitabının karakterleri.

Köy kasaba demeden "Cümhuriyet" rejimin genç nesline yeni kelimeleri öğretmek elbette zamanının önem verdiği işlerden biriydi ve hafızasında halen taze "Cümhuriyet", "Atatürk" ve "İsmet Paşa" konulu şiirleriyle anneannem de bir Cümhuriyet kızı sayılır. Ne var ki üstünden 77 sene geçmesine rağmen, doğal olarak halen "bay ve bayan" ifadeleri anneanneme "bi hoş" geliyor :)

Bugün bu kelimelerin nasıl yadırgandığını sezdiren, elbette çocukken ezberlediği bir mâniyi de söyledi kahvaltıda. Hemen not ettim:

"Bayan dedim bakmadın,
Manasını çakmadın,
Niçin cicim göğsüne
Bir pembe gül takmadın?
Sütler kaymak bağlamış
Buyurun sabah çayına!"

Sonda kafiyenin pek uymadığını anneannem de kabul ediyor :D Galiba orada eksik bir dize varmış, ama onu hatırlamıyor.
(Buraya bir edisyon notu: yazıyı okuyan arkadaşım Engin Urcan sayesinde mânideki eksik mısraları tamamladık. Şöyleymiş:

Sahanda yumurta
Girdik mayıs ayına
Sütler kaymak bağlamış,
Buyurun sabah çayına)

Bu mâniden de anlaşılacağı gibi 1930-1940lı yıllarda çocuklar ilkokullarda demek ki "bay, bayan" demesini öğreniyordu da, yine de köyde herkes anlamıyordu cümlede kullanınca. Doğaldır.

Bana kalırsa "Aman Ormancı" türküsündeki şu dizeler de yine türküye konu olan serhoş ormancının, köy kahvesinde dama oynarken vurulma hadisesinin 1930-1940larda yaşanmış olduğuna delalettir:

"Çıktım Belen Kahvesi'ne, baktım ovaya,
  Bay Mustafa çağırmış, dam'oynamaya"

Nitekim de öyleymiş, bakınız vikipedia'da türkünün ayrıntılı hikayesi var merak edene. Olaylar 1946'da Muğla'nın Gevenes Köyü'nde geçer: https://tr.wikipedia.org/wiki/Ormanc%C4%B1_t%C3%BCrk%C3%BCs%C3%BC

Neyse efendim, konuyu fazla dağıttım... Annemle babam halen Ankara'da olduğu ve anneannemle baş başa hovardaca takıldığımızdan bu sabah sohbeti biraz uzattık, ben de ikimize kahvaltıda birer kahve yaptım.

Bu meyanda anneannem birbiri ardına hafızasında ne kadar mâni varsa sıralıyor. Bir noktada anneannem 1939 Erzincan depremi ile ilgili uzunca bir şiiri okumaya girişti.

26-27 Aralık gecesi vuku bulan Erzincan Depremi büyük bir felaket. 7,2 şiddetindeki bu tam 32.962 kişinin hayatını kaybetmesine, 100.000 kişinin yaralanmasına yol açmış... O tarihte Türkiye nüfusunun toplam 17.800.000 civarında olduğunu düşünecek olursanız, bugün bile korkunç olan can kaybı sayısının, savaştan yeni çıkmış Türkiye için ne kadar travmatik olduğunu anlayabilirsiniz.

(Erzincan depremi ile ilgili vikipedia girişinin linkini de şuraya koyayım, meraklısı bakar. Üstteki Erzincan depremi fotoğrafını da oradan aldım: https://tr.wikipedia.org/wiki/1939_Erzincan_depremi )

Nitekim 1939 Erzincan depremi ile ilgili Nazım'ın da pek dokunaklı bir şiiri vardır:


Erzincan’da bir kuş var 
Kanadında gümüş yok 
Gitti yarim gelmedi 
gayrı bunda bir iş yok. 
Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar... 
Aldı ellerine kanlı başını 
Karın ortasında Erzincan ağlar... 
O ağlamasında kimler ağlasın 

Kar yağar lapa lapa 
tipidir gelir geçer... 
Yan yana sırt üstü yatan ölüler 
akşam uyur tandıramaz 
ateşini yandıramaz 

Gün ağarır şafak söker 
kimsecikler gitmez suya 
ezilmiş başlarıyla ölüler 
vardılar uyanılmaz uykuya 

Ses edip geceye beyaz taşından 
kışlanın saati çaldı ikiyi. 
Ne çabuk lahzada bitti yaşamak 
Kimisi altı aylık, 
kimisi sakalı ak, 
kimi on üç, on dört yaşında; 
kimi yola gidecek 
kimisi mektup bekler 
yan yana sırt üstü yatan ölüler... 

Yayıkta yağ vardı, dövülemedi, 
akpeynir torbaya koyulamadı, 
hasret gitti ölüler 
dünyaya doyulamadı... 

Uyanıp kaçamadılar, 
kuş olup uçamadılar 
açıldı kuyular kimse inemez 
Erzincan Beygiri rahvandır amma 
ölüler ata binemez 
yan yana sırt üstü yatan ölüler...

Kesemden verecek şeyim yok; yüreğimden verdim.
NÂZIM HİKMET 



Nazım'inki kadar güzel olmasa da depremden 77 yıl sonra anneannemin ağzından dökülen dizeler, 1939-1940 başlarında popüler kültürde depremin ne kadar yer ettiğini, çekilen acıların Erzincan'a 1100 km. uzaklıktaki bir köyde bile hissedildiğini, anısının köylüsü şehirlisi, tüm Türkiye tarafından en azından bir kaç yıl taze kaldığını gösteriyor. Çünkü deprem olduğunda anneannem 6 yaşındaydı daha, muhtemelen bu manzumeyi sonraki yıllarda öğrendi.

"Erzincan duman oldu
Halimiz yaman oldu
Ne canlar kurban oldu
Ayrıldık Erzincan'dan
Ottan ocaktan candan

Hu nenni nenni...
Anasız yavru nenni
Babasız kuzu nenni
Kimsesiz bacın nerede?

Erzincan yolu kara,
Karıştı kanlar kara
Ne ettin zalim felek
Boynumuzu bükerek
Ayrıldık Erzincan'dan
Ottan ocaktan candan

Hu nenni nenni...
Anasız yavru nenni
Babasız kuzu nenni
Kimsesiz bacın nerede?"

Bursa tarihine aşina olanlar bilir, 1855'te Bursalılar'ın hafızalarında uzun yıllar boyunca "Küçük Kıyamet" olarak yer etmiş bir Bursa depremi vardır ki, esasen 7,2 şiddetindeki Erzincan depremi 1855'de Bursa'yı sarsan deprem yanında üfürük gibi kalır.

28.Şubat.1855'te Bursa, Kirmastı'yı (şimdiki adı Mustafakemalpaşa) vuran depremin şiddeti 9! Ve bu öncü deprem. Asıl deprem 11 Nisan'da Bursa merkezi vuruyor ve 10 şiddetinde!
(Bu veriler Kandilli Rasathanesi kayıtlarından: http://www.koeri.boun.edu.tr/sismo/Depremler/thistoric.htm)

Kirmastı'da nüfus az yalnız 300 kişi ölüyor, onu takip eden "Küçük Kıyamet"te ise 1300 kişi. O zaman evler ahşap, nüfus seyrek, depremin merkezi o tarihte bomboş sayılabilecek Bursa ovası olunca can kaybı bu kadarla sınırlı kalıyor ve ölenlerin önemli kısmı da deprem sırasında mangalların devrilmesiyle çıkan yangında gidiyor zaten. Yine de Bursa merkez nüfusunun o tarihte hepi topu 60.000 kadar olduğu düşünülürse, merkez için 1300 önemli bir can kaybı... Aynı tarihte Orhan Gazi, Osman Gazi türbeleri tamamen yıkılmış, Ulucami'nin minareleri çökmüş, Yeşil Cami ve Yeşil Türbe büyük hasar almıştı.

Her ne kadar Bursalılar'ın popüler hafızasında Küçük Kıyamet'in anısı onlarca yıl kalmış, depremin yaralarını sarmak bir yirmi küsur yılı almışsa da, 1939 Erzincan depremine kıyasla o yıllarda bu kadar büyük bir depremin anısının tüm Anadolu'yu ya da Bursa'ya daha yakın olan ve güçlü ticari ilişkileri olan Balkan coğrafyasını duygusal olarak çok sarstığı söylenemez..

Bunda Erzincan depremindeki ölü sayısının kat be kat fazla olmasının etkisi vardır elbet de, asıl olan Erzincan depremi acısının plaklarla 1940lar popüler kültüründe yayılması. Nitekim anneannem bu şiiri babasının gramofonunda plaktan dinleyerek ezber etmiş.

Belki de bu plağa okunmuş bir şiir değil, bir türküydü. Ya da o yıllarda hala daha Anadolu kültüründe devam eden ve anneannemin pek sevdiği tarzda yarı türkü, yarı manzum, destan şeklinde söyleniyordu; çünkü anneannem parça parça şiirden ayrı uyurken salıncakta kalan bebeleri falan da manzum hikayeye ekliyor. Anneannem o ayrıntıyı hatırlamıyor.

Yine de 1933, Bursa Tahtalı Köy doğumlu anneannemin, önce Osmanlı Hilal-i Ahmer'i, sonra cumhuriyetin Kızılay'ında hekim olarak görev yapmış, Erzincan depreminin yaralarının sarılmasında da görev almış Albay Abdullah Âhi Tuncer'le ortak bir anıyı paylaşmış olması, aynı manzumede yüreklerinin yanmış olması ilginç. Albay Abdullah Âhi Tuncer'in anıları için bakınız:
https://www.kizilay.org.tr/Upload/Dokuman/Dosya/28183229_erzincanda-yazdim-kitap.pdf

Hikaye ister istemez yakında zamanda kaybettiğimiz Benedict Anderson'ın Imagined Communities/ Hayalî Cemaatler adlı eserinde ulusların popüler kültürü yaratan öğeler aracılığıyla bireyler tarafından tahayyül edilebilir cemaatler haline geldiği yönündeki tezini hatırlatıyor

Anderson, bu ulusların tahayyülünün olanağını ve milliyetçiliğin popüler bir hareket olarak yayılmasının kaynağını, 19.yy.da print capitalismin, yani yayın kapitalizminin gelişmesi ve böylelikle gazete ve romanların Avrupa'da yaygınlaşmasında bulur. Anderson'a göre, başka koşullar altında geniş coğrafyalar üzerinde birbirinden hiç haberi olmadan yaşayıp giden insanlar, gazete roman tüketicisi olmaya başlamalarıyla birlikte, hiç yüzünü görmedikleri ve görmeyecekleri insanlarla bir cemaati oluşturduklarını tahayyül edebilmeye başlamışlardır. Böylece hayali cemaatlerin üyeleri, sınırları ulus devlet tarafından çizilmiş coğrafyada yaşayan başka insanlarla aynı kaderi paylaşma, ezelden ebede nesiller zinciri halinde birlikte varoluş düşüncesini oluşturabilmişlerdir.

Bireyleri ulus fikrinde birbirine bağlayan ağların zaferlerle dolu geçmiş hikayeleri olduğu kadar, yaşanan ortak acılar da olduğu düşünülürse, Türkiye'nin bir ucundan bir ucuna popüler kültürde yaşayan, ortak kader birliğini hissettiren ve plaklar yoluyla öyküsü popülerleştirilen 1939 Erzincan depreminin de genç Türkiye Cumhuriyeti'nin hududu dahilinde yaşayan insanlarda ortak kader birliği hissini kuvvetlendirdiğini söylemek mümkün.

Plakların anneannemin çocukluk hatıralarında önemli bir yeri var. Halasının tarlasında, imece usulu iş yapmak üzere toplanan kadınların nasıl evdeki gramofonu yüklenip tarlaya götürdüklerini, o sıralar 9-10 yaşlarında olan kendisinin kadınlar çalışırken onlara bir anlamda DJlik yaptığını, normalde akşama kadar sürecek işin, şarkı türkü ile iş görme sayesinde ikindi olmadan bittiğini daha önce de anlatmıştı, bu sabah yine anlattı (bkz. bu blogda 2 Nisan 2015 tarihli, "1940lı yıllarda Bursa Köylerinde Çalışma ve Eğlence Hayatı başlıklı kayıt)

O zaman dinledikleri plaklardan bazılarını Muzaffer Akgün, Mediha Demirkıran, Müzeyyen Senar vs. dinlediklerini hatırlıyordu, bu anlatışında hatırlamadı, eh...normaldir. Bir Münir Bulduk'u anımsadı, maalesef onun taş plak kaydını bulamadım youtube'dan.

Fakat anneannemin aşağıda linkini verdiğim 8 küsur dakikalık ses kaydından bence en eğlenceli ayrıntısı yine 1940larda, köyde, Bekir isimli bir gencin gramofon eşliğinde köyden aşık olduğu bir kıza serenade yapması :). Köyde kahvecilik yapan ve genç bir delikanlı olan Bekir, köy içinde gramofon sahibi şanslı insanlardandır. Anneannemin anlattığına göre, Huriye'ye âşık olan Bekir, gramofonu sık sık köyün içindeki Bademli Bahçe denilen bahçeye taşır, plağı koyar, plakla beraber yanık yanık başlar söylemeye:

"Yandım Allah yandım, yandırma beni
Derin uykulardan kaldırma beni"

Kızın evi de Bademli Bahçe'ye yakın mesafede, tüm bu serenade aktivitesini duyacak şekilde. Fakat hadise bir Romeo ve Juliette romansını bulamaz tabii... Köyün ne kadar çoluk çocuğu, genci varsa Bekir'ceğizin başına toplanır, "şunu da çalsana, bunu da çalsana" diye istek parça sıralarlarmış Bekir'e. Bekir de kırmaz çalarmış anlaşılan, ama sevdiceği Huriye o kalabada aşağı inip aşkına mukabele edemezmiş tabii..

Bekir'ceğiz Huriye'yi ister, ama baba kızını vermeye yanaşmaz. Ancak kızın da gönlü var besbelli ki, araya Huriye'nin ninesi Zelha (Zeliha) Paşa girer, gider oğluna "o kopoleye verecen o kızı, yettiyse yetti canıma. yoksa analık hakkımı sana helal etmem!", der. Böylelikle Bekir muradına erer efendim.

Şimdi bu anlatıda dikkati çeken iki ifade var: Biri Zelha Nine'nin lakabı: Paşa. İkinci "Kopole" ifadesi.

Köyde herkesin bir lakabı vardır. Zeliha Nine de hikayedeki hareketinde anlaşılacağı gibi dominant bir teyze olduğundan herhalde Paşa lakabını almış. Köyde o tarihte kadınlarının sözlerinin baskın olması, Zelha Paşa gibi karakterler çıkması boş değil, çünkü anneannemin başka bir günkü anlatısından biliyorum ki, köyde 1.Dünya ve Milli Mücadele yıllarından erkek kalmamış, her işe kadınlar koşmuş, ölüleri bile kadınlar yıkayıp gömmüş, çoluk çocuğu tarlada tapada yalnız başcağızlarına çalışarak onlar büyütmüş. O yüzden aralarından böyle güçlü kadın karakterlerin çıkması boş değil.

İkincisi, nedir "Kopole"?

Anneannemin doğduğu Tahtalı Köy, Bursa'nın çok eski, tarihi Bitinya'ya kadar uzanan bir köy. Mübadele öncesi nüfus karışık. Taa o yıllardan bu yana, anneannem Rumca olduğunu bilmese de aslında ağzındaki bazı deyişler Rumca. Tavuğu yumurtlatmak için söylediği bir tekerleme var ki...onun mesela Rumca olduğunu tahmin ediyorum. Fakat onu da bir başka gün yazarım. Birisiyle de küs olduğu zaman da mesela:

"Bundan gayrı onunla ne merhaba, ne kalimera", der; kalimeranın hangi dilden olduğunu bilmeden.

Mübadele yıllarında Tahtalı'nın Rum nüfusu tabii Yunanistan'a gönderilince, onların geride bıraktığı evlere Balkan muhacirleri yerleşiyor. Lakin anneannem bu muhacir ailelerinin nereden geldiğini bilmiyor, köye gidip sorup soruşturmam lazım onun bilgisi için. Muhacirlerin pek azı köyde tutunabilmiş ne yazık ki, besbelli ovanın yerli köylüleri onları dışlamışlar. Öyle anlaşılıyor ki, onlar da şehre göç ettiler, orada tutundular.

Kopolenin anlamını anneanneme sorduğumda anladım ki "genç adam" anlamında kullanıyor. Yine de Zelha Paşa'nın bu ifadeyi "göçmen çocuğu" için kullanması da manidar, argo bir anlam içeriyor olabilir.

Kopole'nin anlamını Ioannis Grigoriadis arkadaşıma sordum -ki Yannis'le hemşehri sayılırız, onun ailesi de mübadelede Bursa'dan göç etmiş. Yannis biraz araştırdı ve şuradaki bilgilerden de yola çıkarak https://el.wiktionary.org/wiki/%CE%BA%CE%BF%CF%80%CE%AD%CE%BB%CE%B9yola 
Kopalis kelimesinin Yunanca'ya Slavca'dan geçtiğini, kelimenin asıl anlamının "1. filiz 2. piç" olduğunu, modern Yunanca'da artık unutulmuş bir deyiş olmakla beraber Girit Yunancası'da hala yaşayıp "genç adam" anlamına geldiğini söyledi. Ne ilginçtir ki Bursa köylerinde de ağaçların filizlerine "piç" denir. Aşı için, ya da fidan üretmek için, bir bitkiyi çoğaltmak için o bitkinin "piç"ini kopartır, bir yere ekersiniz.

Kelimeyi Facebook'taki arkadaşlarıma sorduğumda da ailesi Bulgaristan ve Selanik göçmeni olanların pek çoğu tarafindan da kopili, kopil, hatta çocuğa söyleniyorsa kopoleş şeklinde söylendiğini öğrendim. Bunun yanısıra, bu kelime ya da az değişmiş halleri İstanbul'da eski Rum mahalelerinde, mesela Samatya'da ayrıca Lazca'da, yakın zamana kadar kullanılıyormuş ve "haşarı, fırmala oğlan çocuğu" anlamına geliyormuş.

Kelimenin kullanıldığı coğrafyaya dair ilginç bir katkı da Nazlı Usta Lazaris arladaşımdan geldi. Nazlı'nın işaret ettiği şu siteden anlaşıldığı kadarıyla kopole kelimesi Yunanca üzerinden Arnavutça'ya da "kopile" olarak geçmiş ve bu dilde "hizmet eden genç erkek" anlamını almış: ( http://www.greeks-albanians.com/top-greeks-albanians/gr-m-ga-dem/348-demetrio-camarda-10 ) "Bekir kahveci olduğu için kopole kelimesi bu anlamda da kullanılıyor olabilir", der Nazlı.

Ve'l-hasıl anladım ki Zelha Paşa ve anneannem kopole kelimesini eski Rum komşularından da , köye yeni gelen Balkan muhacirlerinden de öğrenmiş olabilirler. İlginç bir şekilde bu araştırmadan ortaya çıkan şu ki, modern Yunanca'da artık kullanılmayan bu kelime, Girit ve besbelli Anadolu'da hâlâ yaşıyor.

(Edit #2 Modern Yunanca'da artık yaşamayan kelimelerin Anadolu'da karşımıza çıkıyor olması elbette bir benim keşfim değilmiş bakınız. Cambridge Üniversitesi'nden Stephen Chrisomalis Trabzon'un ücra dağ köylerinde Yunanca'nın 2000 yıldır konuşulmayan bir lehçesini bulmuş, yani üç-beş kelime değil, koskoca bir lehçe!
http://anthropology.net/2011/01/05/ancient-greek-dialect-discovered-in-northeastern-turkey/
Burada da Stephen Chrisomalis'in bloğunun linki var. Çok ilginç bir keşif gerçekten: https://glossographia.wordpress.com/2011/01/04/romeyka/ )

Daldan dala bolca atlayarak uzun bir yazı yazdım, ama bu sabahki anneanne sohbeti yoğundu, ne yapayım? Sohbetin sesli kaydını, bu hikayeleri anneannemin dilinden, sesinden dinlemek isteyenlere kayıt şurada: https://soundcloud.com/elcin-arabaci/anneanne-20subat2016-1 

Sohbeti orta yerinde bölen telefon, hala süt eriği peşinde anneannemin koşturma trafiğinden (bkz. yine bu blograki "Anneannemden Süt Eriği ve Yaşama Sevincine Dair Dersler" yazısı): Bu yazıyı hafta başında Facebook sayfamda yayınlamıştım, kaybolup heder olmasın diye bugün başka bir iki yazıyla birlikte onu da ilave ettim.

Çok şükür anneannem bugün süt eriği, karadut ve muşmula aşılarına kavuştu, her birini de kendi elleriyle yaptı, hepimiz huzur bulduk :)

Sizin de ağzınızın tadi, keyfiniz , neşeniz yerinde olsun. Kalın sağlıcakla aziz kârilerim.

Not: Bu yazıya Facebook üzerinden bilgi ve görüşleriyle katkıda bulunan tüm arkadaşlarıma teşekkürler.














BURSA'DA ARICILIK, KOZACILIK VE KÖY EVLERİNİN AVLU DUVARLARINDAKİ GİZEMLİ NİŞLER



Bu teyzemlerin eski adıyla Fodra (bazı eski metinlerde Fotura olarak da gecer) yeni adıyla Alaaddin Bey Köyü'ndeki (gerçi ne zamandır mahalle oldu) evlerinin bahce duvarı. Ailenin bildiği bu duvar en az yüzyıllık var. Ben bu fotoyu neden çektim?

Şöyle ki: 1847'de Hüdavendigar Vilayeti civarındaki köyleri 170 sene evvel gezen Charles Macfarlane bu yöredeki bahçe duvarlarında aşağıdaki duvarlarda da gördüğününüz nişlerden (yani duvar içindeki oyuklardan) bahsediyor. Bu oyuklar arı kovanı. Seyyahın anlattığı zamanlarda köylüler bu oyuklara kütük koyarlarmış arı yuvalansın diye.

1933 doğumlu anneannem ise başka bir teknik anlatıyor. Bu nişlere kapak takarlar içine oğul otları, biraz tatlı bir şeyler koyarlarmış. Kapağa da minik bir çentik atarlarmış, arıların giriş çıkışı için. Arı oğul verince yuvalandığı daldan bir sepete indirirler, sonra yallah bu yuvalara... "Karrr gibi beyaz" oğul balı ve balmumu olurmuş. Ne hikayeler ne hikayeler... Ne zaman 1960larda tütünlere ilaç sıkmışlar, damarlı tütün olmasın diye... bi daha ova köylerinde arı hiç olmamış.

 Fotoğrafı gece karanlığında çektiğimden, ilaveten bir de gündüz saati, bu kez teyzemlerin Fodra'daki komşularının avlu duvarından bir başka örnek daha çektim. Bu komşu evinin kendisi de çok eski ve güzel, fakat maalesef metruk durumda. Yine de bir yüzyıl kadar önde Bursa köy evlerinin yapısı hakkında bir fikir veren fotoğrafı da aşağıda ilave ediyorum.

Bu evlerin ikinci katı, "hayat" denilen geniş bir salona açılır. Bu üst katlar ipek böcekçiliği için tasarlanmıştır. Mevsimi gelince bu üst kattaki geniş "hayat"a tavandan askılarla sergiler asılır. Fakat ondan önce duvarlar güzelce kireçlenip dezanfekte edilir, çünkü ipek böceği çok hassas bir hayvandır. Askıda geniş tablalar tavandan sarkıtılarak asıldıktan sonra üzerine kıyılmış dut yaprakları ve böcek yumurtaları serilir. Toplu iğne başı büyüklüğünde yumurtalar, burada kararıp çatlar, içinde saç teli inceliğinde kurtçuklar çıkıp büyük bir iştahla dut yapraklarını yemeye başlarlar.

Her dut yaprağı böceğe verilmez, ipek böceği için yetiştirilen dut bodur, ince yapraklı ayrı bir dut çeşididir, yalnızca böcek beslemek için yetiştirilir ve meyvesi yenmez. Böceklere dut yapraklarını evvela kıyarak, sonra bütün yaprak olarak, sonra yaprakları dallarıyla atarsınız. Bu arada yumurtadan saç teli inceliğinde çıkmış olan kurtçuklar parmak kalınlığına ulaşır, köylüler kurtçukların iştahına dut yetiştirmek için hummalı bir telaşla böceklere gece gündüz yaprak taşırlar. Yumurtadan çıktıktan yaklaşık 20 gün sonra böcekler durgunlaşmaya, uykuya çekilmeye başlar. Hayatın içinde üç hafta boyunca dinmeyen binden fazla böceğin  dut yerken çıkarttığı"hırrrş hırrrş" sesi durulur ve böcekler uyku haline çekilir, dallara çıkıp koza yapmaya başlarlar. Tüm bu işlem boyunca böceklerin yaprak yeyip büyüdüğü, sonra uyuduğu hayatın, kendine has nemli bir havası ve kokusu olur. Bugün gibi burnumda... Böcekler kozalarını örünce toplayıp çuvallara koyar, Bursa Kozahan'a mezata götürürsünüz...
Tabii bunlar ancak 1980lerin sonuna kadar devam eden işlerdendi. Ben ancak ucuna yetiştim, çok şanslıyım çocukluğumda şahitlik ettiğim için. Anneannemle dedem kozacılık da yaparlardı. Sonra Çin ipeği çıktı, kozalar satılmaz oldu, Bursa'da kozacılık da bitti...o dut ağaçları da söküldü gitti. Böylece 18. da başlayan kozacılık yaklaşık üç yüz yıl sonra Bursa'dan silindi. Sanki hiç yaşanmamış gibi... Şimdi ovada turistik amaçla yapsanız da olmuyor. Çünkü ova torağı ve havası aşırı kirlendi. Bursa ovasında yetişen dut yaprağını yiyen böcek ölüyor, ancak Uludağ'da bazı köylerde halen yapanlar varmış.
Arıcılıkla başladım, kozacılıkla bitirdim :) Neye niyet, neye kısmet. Çalakalem ve keyfekeder yazınca böyle oluyor işte :)

KÖY BOĞASI NEDİR?





Anneannemle her öğle yemeği yeni bir sohbet, her sohbet yeni bir bilgi.grin emoticon
Bu öğlen anneannemin eskiden büyüttüğü hayvanlardan, sütü az ama dombey (manda) sütü gibi yağlı Sarıkız inekten, onun karnında unutulduğu için ölen, ölürken anasını da götüren üçüzün üçüncü yavrusundan, hayatta kalan erkek ikizlerden, ikizler büyüyünce onları kumpasla anneannemle dedemin ellerinden alan hain kasaptan vs. vs. yarenleştik durduk. Anneanneme sual ettim:

- Anneanne mesela bi ineğin var, buzağılasın istersen, beyini nereden buluyorsun?

- Ne bey bakacam, şimdi baytar geliyor, basıyor şırıngayı grin emoticon

Ammaa...sonra devam etti anneannem, eskiden "köy boğası vardı". Efendim meğer köylü birleşir ortaklaşa bir boğa edinirlermiş, onu da özgür bırakırlarmış. Herkes onun için koştururmuş, başının üstünde yeri varmış. Köy boğası gönlünce köyde hovardalığa çıkar, bağda bahçede özgürce dolaşırmış, bulduğunu yer, bulamadığını koklar, üstünü de köylü tamamlarmış. grin emoticon

Walla düşündüm de negzel hayat grin emoticon Sadece bir sığır için de değil yani...hele ki yaşlanınca bıcak altına yatmak olmasa, mıhtarlıktan iyi walla :D

Foto: Temsili köy boğası, internetten...












ANNEANNEMDEN SÜT ERİĞİ VE YAŞAMA SEVİNCİNE DAİR DERSLER




Ne vakit annem babam torun sevmeye Angara'ya gitse, anneannemle hovardalık ediyoruz. Ben bilgisayarı kitapları toplayıp sevdiğim gibi gönlümce mutfak masasına yayılıyorum.

Anneannem telefona yapışıp gizlice görmek istediği tüm işleri gördürmeye bi alay insanla görüşmelerine başlıyor.

Bi kere böyle gizlice sardalya tuzlama bastı dayıma bi kg sardalya ısmarlayıp... Normalde anneanneme yasak tabii böyle şeyler, tansiyonu çıkıyor. Gizlice bastık tuzlu balığı, annemler Ankara'ya gittikçe çaktırmadan çıkartıp anneanne torun yedik bitti wink emoticon

Bi başka seferinde yine bir telefon trafiği...Ustalar bulmuş, köydeki evini onarttırdı. Çok yaşlandı, odasından banyoya gitmeye zorlanıyor, biz istiyoruz ki otursun oturduğu yerde ama yooook, o üç aylara girer girmez, ille köye gidecek, Ramazan'ı orada yapacak, göreceği, özlediği arkadaşları var, mevlid, mukabele aktiviteleri falan oluyor...Sonracıma ot toplaması, dallara bastonuyla vura vura bahçesindeki cevizi silkmesi, eve dadanan kedileri beslemesi, dama dalları uzanan incir olunca toplayıp yemesi gerekir.

Bugün annemlerin kapıyı örtüp yola çıkmasıyla yine telefon telefon....Bilmem nerede bilmem ne hacı nine varmış, onda çok güzel "süt eriği" varmış. Bu süt eriği papaz erikten güzel olurmuş, ondan tatlıymış. Dayımların komşu hacı hanım anneanneme demişmiş ki ben veririm sana bi dal, aşı yaparsın.
Şimdi Hacı Hanım bulunacak, "süt eriği" dalları aşılık alınacak...

Amma bütün bunlar da çabuk olmalı, çünkü erikler çiçek açtıktan sonra aşı olmazmış. Eh, şaşkın bademler açtı, ya erikler de açarsa? maazallah yiyemeyiz bu bahar da süt eriği. Önce gidilip Hacı Hanım'dan dallar alınacak, anneanneme getirilecek. Bi de bal gibi dutu varmış Hacı Hanım'ın; o da getirilecek. Sonracıma başkası aşılasa olmaz. İlle anneannemin nezaretinde yapılması gerektiği için 5 m. yolu artık 5 dakika yürüyebilen anneannem önce dayımların, sonra bizim köydeki evin bahçesine gidecek, oradaki erik ağaçları aşılanacak.

Tüm bunlar erikler açmadan, annemler Ankara'dan dönmeden yapılıp bitirilmeli.
Anneannem heeeeep haşarılık peşinde smile emoticon
İyi ki de öyle...Çünkü bahara yiyeceği eriğin, seneye yiyeceği cevizin hesabını yapmayanın, tohumunu saklamayan, ağacının aşısını hazırlamayanın yaşama sevinci bitmiş demektir.