21. Şubat.2016’da
anneannemle yine bir kahvaltı sohbeti sırasında aldığım kayıt, yarım saat
sürdü, sarım saatlik kayıttan yine beş makale konusu olabilecek malzeme çıktı.
Aslında başta derdim
anneannemi köyde kubur işlerine dair sorgu sual etmekti. Zira efendim aziz
dostum Mustafa Avcı’yla ortak bir Boktan Tarih kitabı yazma projemiz
var, hadiseyi tüm tarihsel altyapısıyla gözler önüne serip analiz etmeyi
düşünüyoruz ileride. Halihazırda Feysbuk dirler sanal platformda Tuvaletografi
nam sayfayı işletiyoruz birlikte. Bir yandan da belgedir, malzemedir topluyoruz
ufaktan ufaktan. Çünkü “bok” insanın olsun, hayvanın olsun, gerçekten kitabını
yazmaya şayan bir hadise. Tarihsel bir figür bir kere, ondan kurtulması, onu değerlendirilmesi,
bir yön vermesi, nerede toplanacağı insan ve toplum hayatının önemli
meselelerinden biri. Sonra dışkı yoluyla bulaşan nice hastalıklar var, binlerce
kişinin mesela ki koleradan öldüğü zamanlarda “bok” binlerin hayatını etkileyen
ciddi bir tarihsel öğe. Bir ekonomik değer ayrıca! Gün oluyor, gübre oluyor,
gün oluyor, samanla karışıp tezek oluyor, yakacak işlevi görüyor…vs. Neyse
projenin ayrıntılarına, bok işlerinin modernizasyonuna falan dalmadan
anneannemden devam edeyim.
Anneannemle boktan
işlerden başladık, ama oradan arınma ve hamam işlerine, köy ortamında çamaşır
yıkamaya, Bursa’daki yerli armut cinslerine, pekmez yapımına, imece usuluyle
pekmez yaparken komünel yemek üzere pişirilen gıdalara, Bursa civarında yenilen
otlara kadar bir dünya konu konuştuk yarım saat içinde.
Bütün bunları birbirine
bağlamak anneanne marifeti tabii ama ben hem kendime yazma, hem de siz aziz
kârilerime okuma kolaylığı olsun diye alt başlıklar halinde bu yarım saatlik
söyleşiyi, az buçuk kendi bildiklerimle de herc-ü merç yazmak isterim.
Söyleşiyi anneannemin
sesinden dinlemek isterseniz, kaydı işte burada:
Ben fakirin yorumlarıyla derlediği
yazılar da bir yazı dizisi şeklinde peyderpey çıkacak. Söyleşideki sırayı
takiple diziyi kubur işlerinden başlatıyorum.
Anneannem, daha evvel de
yazmıştım doğum yeri Tahtalı Köy, gelin gitti yer ise Tahtalı’nın hepi topu 2
km kadar batısındaki Kayapa. Aradaki mesafe bu kadarcık olmasına ve
birbirlerinden daima kız alıp vermelerine rağmen Tahtalı ve Kayapa Köyü
insanları arasında önemli farklar vardır. Bir kere Tahtalı eskiden Rum ve
Müslüman nüfusun karışık yaşadığı köylerden biri, ayrıca Bitinya’nın önemli ve
eski merkezlerinden biri. Köyde eskiden Roma Hamamı, Kilise varmış. Okuduğum
salnamelerde bilgisine rastlamadım, ama bütün Rum köylerinde 19.yy. sonunda
okul mevcut, muhtemelen Tahtalı’da da vardı. Mübadeleden sonra Rum nüfusun
yerini Balkan göçmenleri alıyor, demografik olarak böyle bir yapı…
Kayapa ise, eski bir
Türkmen yerleşkesi, ismi Kayı-Oba’dan geliyor. Gerçi köylüler yüzyıllar önce
Türkmen adet ve göreneklerini unutmuşlar, ovalıoğlu ovalı, gayetle yerleşik
olmuşlar. Tahtalılar’a kıyasla evvel ezel daha sert mizaçlı, kavgası gürültüsü,
cinayeti bol bir köy olduğu hep söylenir. Hatta köyün “Deli Kayapa” diye de
lakabı var. Anneannemin hayatı Kayapa’da geçmiş olsa da, “bizim köy” dediğinde
hâlâ bile Tahtalı’yı kasdeder.
Anneannemim köydeki evin
Cumhuriyet tarihi kadar yaşı var, ondan hemen önce yapılmış, tam da yörede o
zaman bolca olduğu gibi ahşap kerpiç, üç katlı bir ev. Bu evde yapımının ertesi
Ahmet Dede (bkz. Bu blogtaki 19. Mart
2014’te “Çanakkale Gazisi Ahmet Dede’nin Savaş Travması” başlıklı yazıda geçen
Ahmet Dede) ve eşi Sabire ve onun üç oğlu Mehmet, Süleyman ve Hasan yaşıyor.
Yine yörede sıklıkla rastlandığı gibi oğlanlar evlendikçe üç katlı evin üst
katında hepsine birer oda tahsis ediliyor-ki bu üst katın geniş sundurması
böcek zamanı, böceklik olarak kullanılır (bkz. Yine blogda 20. Şubat.2014
girişli “Bursa’da Arıcılık, Kozacılık ve Köy Avlu duvarlarındaki Gizemli Nişler”
başlıklı yazı). Bir süre sonra, evin bitişiğindeki arsaya ayrı bir ev daha
yaptırılır, iki ev birbirine bitişik nizam sırt sırtadır, avlularını bir duvar
ayırır. Her birinin L şeklinde genişçe bir iç avlusu tepeden “U” şeklinde
bitişir. Bu eve de ortanca oğlan Süleyman taşınır, daha sonra. Böylece köy
camisinin yanındaki ada komple “Hacı Mustafa’lara” ait olur. Hacı Mustafa,
Ahmet dedenin babası ve en geç 1840
doğumlu falan olmalı. Onun hikayesi ayrı ve uzun, onu başka bir gün anlatırım,
ama Hacı Mustafa’nın üstüne ben dördüncü kuşağım mesela, Hacı Mustafa’nın
mezarda kemikleri toz olmuş çoktan, ama köyde nâmımız hâlâ Hacı Mustafalar.
Ahmet Dede’nin sol bitişiğindeki ev de Hacı Mustafa’nın diğer oğlu, Ahmet Dede’nin
amcaoğluna ait zaten. Kayapa’da “Hacı Mıstavalaaan evleri” böyle bir ada
şeklindedir.
Anneannemin bu kayıtta
anlattığı olaylar 1950, en geç 1960larda geçiyor. O tarihte henüz evin büyük
oğlu Mehmet şehirde iş kurup, Bursa’ya yerleşmemiş, üç elti bir çatı altında
yaşıyorlar kayınvalideleriyle birlikte, yani bir tam bir “geniş aile” vakası.
Yine tarihlerde Köyde belediyeye ait bir kanalizasyon sistemi yok. Benim
hatırladığım 1980 lerin sonlarına kadar da yoktu zaten.
L şeklindeki iç avlunun girişinde evin giriş kapısının karşısında, avlunun
solunda bir çeşme, onun yanında
yemeklerin piştiği bir ocaklık vardır. Yakın zaman kadar kazanlarda salça
tarhana vs. büyük işler hâlâ bu ocaklıkta oluyordu. Avlunun sol yanında ilk sırada zemin katında
sırasıyla ambar, onun yanında evin merdivenle yukarı çıkılan giriş kapısı,
onun yanında da biz zamanlar büyükbaş hayvanların hanesi olan dam bulunur. Sol giriş başındaki ambarın kapısı yerden 50 cm. kadar yüksekti ki, olur da yanlışlıkla kapısı açık kalırsa içeri hayvanat dalmasın. Küçükken bana çok gizemli bir yer görünürdü bu ambar. Üst katta aynı zamanda bir küçük mutfak işlevi gören girişin açıldığı ve damın üstüne denk düşen oda, altta dam olduğu için sıcak olan ve zamanında evin oturma
odası. Burası aynı zamanda geceleri de kayınvalide ve kayınpederin (Ahmet Dede ve Sabire Nine)nin
uyumaları için tahsis edilmiş.
Tekrar avluya dönecek olursak damın önünden ilerleyip, L şeklindeki
bahçenin sol ucunda tuvalet bulunur, onun ötesinde şimdi çoktan yıkılmış, ama
ben çocukken var olduğunu hatırladığım bir ağıl vardır, küçük baş hayvanlar
için. Bir de ayrıca kümes tabii. Ayrıca bu iç bahçede meyve ağaçları vardır.
Vişne, koca dallı bir incir, ceviz vs. Bu ağaçlar kimbilir ne zamandır ekilir
sökülür yenilenir, ama sanırım incir ev yapılırken de vardı, bir hayli büyük çünkü…
Tuvalete dönecek olursak, elbette evvel ezel köylerde, daha evvelinde
şehirlerdeki evlerde de olduğu gibi tuvalet dışarıdır ve aksi türlüsü
düşünülemez, kabul edilemez. İnsan böyle bir mahremiyeti bunca kalabalığın
içine taşımaz, hem sıhhî de değil :D. Eh, o yıllarda köylerde elektrik de
olmadığı için gece kalkıp bahçedeki tuvalete gitmek bi hayli zordur. Özelllikle
bütün gece neneden dededen soba başında ürkünçlü hikayeler dinlediyseniz!
Ben anneannemlerin Kayapa Köyü’ndeki evlerinin eski tuvaletinde giden
doğruca foseptiğe gider sanırdım. Meğer öyle değilmiş! Mesele çok daha ilginç
bir yere çıktı. Anneannemin ne zaman yapıldığını kimlerin yaptığını bilmediği
bir tarihten köyde yeraltından geçen ve kesme taşlardan künklerden oluşturulmuş
bir atık su sitemi varmış. Bu gerçekten çok rastlanır bir şey değil. Mesela
anneannemin köyü Tahtalı’da böyle bir sistem bulunmuyor.
Dolayısıyla Kayapa’da inşa edilmiş her eski evin foseptiği kanallarla köyün
bu ortak alt yapı sistemine bağlanırmış. Bu alt yapı sisteminin künk yolu,
köyün “Boklu Dere”sine çıkarmış.
Efendim, “Boklu Dere” deyince Tekirdağ üzerinde çalışan, şehir tarihçisi
arkadaşım Özlem Sert’i anmamak olmaz, çünkü Özlem’in teorisi hemen her Osmanlı
kentinde muhakkak bir “boklu dere” olduğu yönündedir. Doğrusu şehirlerde de
Kayapa’daki gibi atık su sistemi var mıydı bilmiyorum. Bursa’da ciddi anlamda
bir temiz su taşıma için alt yapı sistemi var olduğunu biliyoruz, ama atık su
sistemine rastlamadım. Bursa’da lağım atıklarının Osmanlı döneminde
foseptiklerle sağlandığını düşünüyorum, ama bu bahis daha araştırmalara muhtaç.
Yani, Kayapa Köyü’ne bile inşa etmişlerse, Bursa’ya da yapmışlardır belki… Bilemiyorum.
Maamafih Özlem’in iddiası da şehirlerde atık su sistemleri olduğu yönünde değil
zaten. Şehrin debbağhanelerinin ve mezbahalarının hep bu “boklu dere” kıyısında
konuşlandırıldığını ve zinhar şehir içinde yerleşmelerine müsaade edilmediğini
söylüyor. Malumunuz üzere debbağhaneler ve mezbahalar, kasaplar da bir hali pis
atık üretir.
Yine Özlem’in söylediği bu derelerin isimleri şaşmaz bir şekilde adları hep
“Boklu Dere” oluyormuş. Nitekim işte Kayapa’dakinin adı da öyle.
Efendim, anneannemin anlatısına geri dönersek, Kayapa’nın “Boklu Dere”sine
komşu köylerin de atık sularının bağlandığı yok, bu sadece Kayapa Köyü’ne ait
bir Boklu Dere. Demek ki o anneannemin bilip duyup hatırladığı bir yüzyıllık
geçmişteki nüfusunun pisliğini dere kaldırıyormuş ki, anneannemin bilip
hatırladığı bu dere hiç pis görünmezmiş ve suları berrakmış: “Yağmur pisliği
alır götürürdü”, diyor. Derenin kaç kişinin pisliğini kaldırdığını şu şekilde
tahmin edebiliriz. Kayapa, nüfus itibariyle Bursa’nın kalabalık köylerinden.
1907 Hüdavendigar Salnamesi’ne göre köyde 241 hane var. Tarihçiler ortalama
nüfusu hane sayısını 5 ile çarparak hesaplarlar. Yani köy nüfusu 1205 civarı
1907de. Savaşla beraber bu nüfus biraz azalmış olabilir, 1940ların sonuna kadar
köy nüfusunun 1500-1600 kişiyi çok da geçtiğini hiç sanmıyorum. Köye ait
kanalizasyon sisteminin 1980lerin sonuna kadar kullanıldığını (belki künk
sistemi borularla değiştirilmiştir bu arada, onu araştırmam lazım köyde)
düşürsek, derenin bir hayli gür suyu olduğunu ve hızlı aktığını tahmin
edebilirsiniz.
Suları berrak görünse de elbette boklu derenin suyu asla içilmez, burada
çamaşır yıkanmazmış. Bir şey hariç: “Çocuk bezleri” boklu derede yıkanırmış.
Bunun için anneler bir #boksüpürgesi yapar, derekenarında bezleri bu süpürgeyle
önce pisliğini fırçalalarlar, sonra paklarlarmış.
Bunun dışında köylüler Boklu Dere’nin kıyısında tütün çimlerlermiş. Çünkü
tütün çimi sulak arazi istiyormuş. Herhalde gübreli suyu gördüğünden mi
bilinmez, burada çimler fırça gibi fışkırırmış. Sadece tütün çimi mi? Bir dünya
da yabani ot!
Ama yabani ot bu sohbetin uzun bahsi, onu ayrı başlık altında yazacağım bilahare.
Zaten bu kayıt da anneannemin topladığı #labada otlarının pişmesini bekler, bir
yandan mutfakta karşılıklı kahve içerken kaydedildi.
Ama otla boku karıştırmayayım şimdi; zaten yoruldum. Şimdilik bu kadar. Kalın
sağlıcakla aziz kârilerim.
Not: Az kaldı unutuyordum. “Bok”lu işlere girince tabii bir de gübre konusu
var, anneannemle onu da konuştuk. Lakin Bursa çevresinde çalı çırpı, odun bolca
bulunduğundan hayvan gübresinin kullanım ve değerlendirme alanlarıyla ilgili
fazla bir şey çıkmadı. İç Anadolu ve Doğu Anadolu o konuda daha zengin. Bursa
yerlisi anca gübreyi, ayrıca ocağının külünü gübre eder, götürür tarlalara
serpermiş. Ekecek toprağı olmayanlar da ekenlere gübrelerini karşılıksız
verirlermiş. Bir tarihten sonra Avrupa gübreleri çıkmış, hayvancılık da
bitince, organik gübrelerin yerini bu beyaz Avrupa gübreleri almış. Mesele
bundan ibaret.
hehe:) yazcaz o kitabı! :)
YanıtlaSilŞüphesis ;)
YanıtlaSil