21 Şubat 2016 Pazar

GÜNEY MARMARA KÖYLERİNDE TUVALET, LAĞIM, KANALİZASYON İŞLERİ VE BOKLU DERE MESELESİ

21. Şubat.2016’da anneannemle yine bir kahvaltı sohbeti sırasında aldığım kayıt, yarım saat sürdü, sarım saatlik kayıttan yine beş makale konusu olabilecek malzeme çıktı.

Aslında başta derdim anneannemi köyde kubur işlerine dair sorgu sual etmekti. Zira efendim aziz dostum Mustafa Avcı’yla ortak bir Boktan Tarih kitabı yazma projemiz var, hadiseyi tüm tarihsel altyapısıyla gözler önüne serip analiz etmeyi düşünüyoruz ileride. Halihazırda Feysbuk dirler sanal platformda Tuvaletografi nam sayfayı işletiyoruz birlikte. Bir yandan da belgedir, malzemedir topluyoruz ufaktan ufaktan. Çünkü “bok” insanın olsun, hayvanın olsun, gerçekten kitabını yazmaya şayan bir hadise. Tarihsel bir figür bir kere, ondan kurtulması, onu değerlendirilmesi, bir yön vermesi, nerede toplanacağı insan ve toplum hayatının önemli meselelerinden biri. Sonra dışkı yoluyla bulaşan nice hastalıklar var, binlerce kişinin mesela ki koleradan öldüğü zamanlarda “bok” binlerin hayatını etkileyen ciddi bir tarihsel öğe. Bir ekonomik değer ayrıca! Gün oluyor, gübre oluyor, gün oluyor, samanla karışıp tezek oluyor, yakacak işlevi görüyor…vs. Neyse projenin ayrıntılarına, bok işlerinin modernizasyonuna falan dalmadan anneannemden devam edeyim.
Anneannemle boktan işlerden başladık, ama oradan arınma ve hamam işlerine, köy ortamında çamaşır yıkamaya, Bursa’daki yerli armut cinslerine, pekmez yapımına, imece usuluyle pekmez yaparken komünel yemek üzere pişirilen gıdalara, Bursa civarında yenilen otlara kadar bir dünya konu konuştuk yarım saat içinde.

Bütün bunları birbirine bağlamak anneanne marifeti tabii ama ben hem kendime yazma, hem de siz aziz kârilerime okuma kolaylığı olsun diye alt başlıklar halinde bu yarım saatlik söyleşiyi, az buçuk kendi bildiklerimle de herc-ü merç yazmak isterim.
Söyleşiyi anneannemin sesinden dinlemek isterseniz, kaydı işte burada:


Ben fakirin yorumlarıyla derlediği yazılar da bir yazı dizisi şeklinde peyderpey çıkacak. Söyleşideki sırayı takiple diziyi kubur işlerinden başlatıyorum.

Anneannem, daha evvel de yazmıştım doğum yeri Tahtalı Köy, gelin gitti yer ise Tahtalı’nın hepi topu 2 km kadar batısındaki Kayapa. Aradaki mesafe bu kadarcık olmasına ve birbirlerinden daima kız alıp vermelerine rağmen Tahtalı ve Kayapa Köyü insanları arasında önemli farklar vardır. Bir kere Tahtalı eskiden Rum ve Müslüman nüfusun karışık yaşadığı köylerden biri, ayrıca Bitinya’nın önemli ve eski merkezlerinden biri. Köyde eskiden Roma Hamamı, Kilise varmış. Okuduğum salnamelerde bilgisine rastlamadım, ama bütün Rum köylerinde 19.yy. sonunda okul mevcut, muhtemelen Tahtalı’da da vardı. Mübadeleden sonra Rum nüfusun yerini Balkan göçmenleri alıyor, demografik olarak böyle bir yapı…

Kayapa ise, eski bir Türkmen yerleşkesi, ismi Kayı-Oba’dan geliyor. Gerçi köylüler yüzyıllar önce Türkmen adet ve göreneklerini unutmuşlar, ovalıoğlu ovalı, gayetle yerleşik olmuşlar. Tahtalılar’a kıyasla evvel ezel daha sert mizaçlı, kavgası gürültüsü, cinayeti bol bir köy olduğu hep söylenir. Hatta köyün “Deli Kayapa” diye de lakabı var. Anneannemin hayatı Kayapa’da geçmiş olsa da, “bizim köy” dediğinde hâlâ bile Tahtalı’yı kasdeder.

Anneannemim köydeki evin Cumhuriyet tarihi kadar yaşı var, ondan hemen önce yapılmış, tam da yörede o zaman bolca olduğu gibi ahşap kerpiç, üç katlı bir ev. Bu evde yapımının ertesi Ahmet Dede  (bkz. Bu blogtaki 19. Mart 2014’te “Çanakkale Gazisi Ahmet Dede’nin Savaş Travması” başlıklı yazıda geçen Ahmet Dede) ve eşi Sabire ve onun üç oğlu Mehmet, Süleyman ve Hasan yaşıyor. Yine yörede sıklıkla rastlandığı gibi oğlanlar evlendikçe üç katlı evin üst katında hepsine birer oda tahsis ediliyor-ki bu üst katın geniş sundurması böcek zamanı, böceklik olarak kullanılır (bkz. Yine blogda 20. Şubat.2014 girişli “Bursa’da Arıcılık, Kozacılık ve Köy Avlu duvarlarındaki Gizemli Nişler” başlıklı yazı). Bir süre sonra, evin bitişiğindeki arsaya ayrı bir ev daha yaptırılır, iki ev birbirine bitişik nizam sırt sırtadır, avlularını bir duvar ayırır. Her birinin L şeklinde genişçe bir iç avlusu tepeden “U” şeklinde bitişir. Bu eve de ortanca oğlan Süleyman taşınır, daha sonra. Böylece köy camisinin yanındaki ada komple “Hacı Mustafa’lara” ait olur. Hacı Mustafa, Ahmet dedenin babası  ve en geç 1840 doğumlu falan olmalı. Onun hikayesi ayrı ve uzun, onu başka bir gün anlatırım, ama Hacı Mustafa’nın üstüne ben dördüncü kuşağım mesela, Hacı Mustafa’nın mezarda kemikleri toz olmuş çoktan, ama köyde nâmımız hâlâ Hacı Mustafalar. Ahmet Dede’nin sol bitişiğindeki ev de Hacı Mustafa’nın diğer oğlu, Ahmet Dede’nin amcaoğluna ait zaten. Kayapa’da “Hacı Mıstavalaaan evleri” böyle bir ada şeklindedir.

Anneannemin bu kayıtta anlattığı olaylar 1950, en geç 1960larda geçiyor. O tarihte henüz evin büyük oğlu Mehmet şehirde iş kurup, Bursa’ya yerleşmemiş, üç elti bir çatı altında yaşıyorlar kayınvalideleriyle birlikte, yani bir tam bir “geniş aile” vakası. Yine tarihlerde Köyde belediyeye ait bir kanalizasyon sistemi yok. Benim hatırladığım 1980 lerin sonlarına kadar da yoktu zaten.

L şeklindeki iç avlunun girişinde evin giriş kapısının karşısında, avlunun solunda bir çeşme,  onun yanında yemeklerin piştiği bir ocaklık vardır. Yakın zaman kadar kazanlarda salça tarhana vs. büyük işler hâlâ bu ocaklıkta oluyordu.  Avlunun sol yanında ilk sırada zemin katında sırasıyla ambar, onun yanında evin merdivenle yukarı çıkılan giriş kapısı, onun yanında da biz zamanlar büyükbaş hayvanların hanesi olan dam bulunur. Sol giriş başındaki ambarın kapısı yerden 50 cm. kadar yüksekti ki, olur da yanlışlıkla kapısı açık kalırsa içeri hayvanat dalmasın. Küçükken bana çok gizemli bir yer görünürdü bu ambar. Üst katta aynı zamanda bir küçük mutfak işlevi gören girişin açıldığı ve damın üstüne denk düşen oda, altta dam olduğu için sıcak olan ve zamanında evin oturma odası.  Burası aynı zamanda geceleri de kayınvalide ve kayınpederin (Ahmet Dede ve Sabire Nine)nin uyumaları için tahsis edilmiş.

Tekrar avluya dönecek olursak damın önünden ilerleyip, L şeklindeki bahçenin sol ucunda tuvalet bulunur, onun ötesinde şimdi çoktan yıkılmış, ama ben çocukken var olduğunu hatırladığım bir ağıl vardır, küçük baş hayvanlar için. Bir de ayrıca kümes tabii. Ayrıca bu iç bahçede meyve ağaçları vardır. Vişne, koca dallı bir incir, ceviz vs. Bu ağaçlar kimbilir ne zamandır ekilir sökülür yenilenir, ama sanırım incir ev yapılırken de vardı, bir hayli büyük çünkü…

Tuvalete dönecek olursak, elbette evvel ezel köylerde, daha evvelinde şehirlerdeki evlerde de olduğu gibi tuvalet dışarıdır ve aksi türlüsü düşünülemez, kabul edilemez. İnsan böyle bir mahremiyeti bunca kalabalığın içine taşımaz, hem sıhhî de değil :D. Eh, o yıllarda köylerde elektrik de olmadığı için gece kalkıp bahçedeki tuvalete gitmek bi hayli zordur. Özelllikle bütün gece neneden dededen soba başında ürkünçlü hikayeler dinlediyseniz!

Ben anneannemlerin Kayapa Köyü’ndeki evlerinin eski tuvaletinde giden doğruca foseptiğe gider sanırdım. Meğer öyle değilmiş! Mesele çok daha ilginç bir yere çıktı. Anneannemin ne zaman yapıldığını kimlerin yaptığını bilmediği bir tarihten köyde yeraltından geçen ve kesme taşlardan künklerden oluşturulmuş bir atık su sitemi varmış. Bu gerçekten çok rastlanır bir şey değil. Mesela anneannemin köyü Tahtalı’da böyle bir sistem bulunmuyor.

Dolayısıyla Kayapa’da inşa edilmiş her eski evin foseptiği kanallarla köyün bu ortak alt yapı sistemine bağlanırmış. Bu alt yapı sisteminin künk yolu, köyün “Boklu Dere”sine çıkarmış.

Efendim, “Boklu Dere” deyince Tekirdağ üzerinde çalışan, şehir tarihçisi arkadaşım Özlem Sert’i anmamak olmaz, çünkü Özlem’in teorisi hemen her Osmanlı kentinde muhakkak bir “boklu dere” olduğu yönündedir. Doğrusu şehirlerde de Kayapa’daki gibi atık su sistemi var mıydı bilmiyorum. Bursa’da ciddi anlamda bir temiz su taşıma için alt yapı sistemi var olduğunu biliyoruz, ama atık su sistemine rastlamadım. Bursa’da lağım atıklarının Osmanlı döneminde foseptiklerle sağlandığını düşünüyorum, ama bu bahis daha araştırmalara muhtaç. Yani, Kayapa Köyü’ne bile inşa etmişlerse, Bursa’ya da yapmışlardır belki… Bilemiyorum. Maamafih Özlem’in iddiası da şehirlerde atık su sistemleri olduğu yönünde değil zaten. Şehrin debbağhanelerinin ve mezbahalarının hep bu “boklu dere” kıyısında konuşlandırıldığını ve zinhar şehir içinde yerleşmelerine müsaade edilmediğini söylüyor. Malumunuz üzere debbağhaneler ve mezbahalar, kasaplar da bir hali pis atık üretir.
Yine Özlem’in söylediği bu derelerin isimleri şaşmaz bir şekilde adları hep “Boklu Dere” oluyormuş. Nitekim işte Kayapa’dakinin adı da öyle.

Efendim, anneannemin anlatısına geri dönersek, Kayapa’nın “Boklu Dere”sine komşu köylerin de atık sularının bağlandığı yok, bu sadece Kayapa Köyü’ne ait bir Boklu Dere. Demek ki o anneannemin bilip duyup hatırladığı bir yüzyıllık geçmişteki nüfusunun pisliğini dere kaldırıyormuş ki, anneannemin bilip hatırladığı bu dere hiç pis görünmezmiş ve suları berrakmış: “Yağmur pisliği alır götürürdü”, diyor. Derenin kaç kişinin pisliğini kaldırdığını şu şekilde tahmin edebiliriz. Kayapa, nüfus itibariyle Bursa’nın kalabalık köylerinden. 1907 Hüdavendigar Salnamesi’ne göre köyde 241 hane var. Tarihçiler ortalama nüfusu hane sayısını 5 ile çarparak hesaplarlar. Yani köy nüfusu 1205 civarı 1907de. Savaşla beraber bu nüfus biraz azalmış olabilir, 1940ların sonuna kadar köy nüfusunun 1500-1600 kişiyi çok da geçtiğini hiç sanmıyorum. Köye ait kanalizasyon sisteminin 1980lerin sonuna kadar kullanıldığını (belki künk sistemi borularla değiştirilmiştir bu arada, onu araştırmam lazım köyde) düşürsek, derenin bir hayli gür suyu olduğunu ve hızlı aktığını tahmin edebilirsiniz.
Suları berrak görünse de elbette boklu derenin suyu asla içilmez, burada çamaşır yıkanmazmış. Bir şey hariç: “Çocuk bezleri” boklu derede yıkanırmış. Bunun için anneler bir #boksüpürgesi yapar, derekenarında bezleri bu süpürgeyle önce pisliğini fırçalalarlar, sonra paklarlarmış.

Bunun dışında köylüler Boklu Dere’nin kıyısında tütün çimlerlermiş. Çünkü tütün çimi sulak arazi istiyormuş. Herhalde gübreli suyu gördüğünden mi bilinmez, burada çimler fırça gibi fışkırırmış. Sadece tütün çimi mi? Bir dünya da yabani ot!

Ama yabani ot bu sohbetin uzun bahsi, onu ayrı başlık altında yazacağım bilahare. Zaten bu kayıt da anneannemin topladığı #labada otlarının pişmesini bekler, bir yandan mutfakta karşılıklı kahve içerken kaydedildi.

Ama otla boku karıştırmayayım şimdi; zaten yoruldum. Şimdilik bu kadar. Kalın sağlıcakla aziz kârilerim.


Not: Az kaldı unutuyordum. “Bok”lu işlere girince tabii bir de gübre konusu var, anneannemle onu da konuştuk. Lakin Bursa çevresinde çalı çırpı, odun bolca bulunduğundan hayvan gübresinin kullanım ve değerlendirme alanlarıyla ilgili fazla bir şey çıkmadı. İç Anadolu ve Doğu Anadolu o konuda daha zengin. Bursa yerlisi anca gübreyi, ayrıca ocağının külünü gübre eder, götürür tarlalara serpermiş. Ekecek toprağı olmayanlar da ekenlere gübrelerini karşılıksız verirlermiş. Bir tarihten sonra Avrupa gübreleri çıkmış, hayvancılık da bitince, organik gübrelerin yerini bu beyaz Avrupa gübreleri almış. Mesele bundan ibaret.

2 yorum: