Sabahları anneannemle kahvaltıya oturduğumuzda bir ritüelimiz var. Birbirimize "Günaydın Bayan Lale, Günaydın Bayan Suna", diyoruz. Size komik gelmeyebilir, ama anneannemim ağzından böyle "baylı bayanlı" ifadeler komik oluyor, gülüşüyoruz. Aslında bu "Bayan Lale" ve "Bayan Suna", 1939da Bursa Tahtalı Köyü'nde ilkokula başlayan anneannemin ABeCe kitabının karakterleri.
Köy kasaba demeden "Cümhuriyet" rejimin genç nesline yeni kelimeleri öğretmek elbette zamanının önem verdiği işlerden biriydi ve hafızasında halen taze "Cümhuriyet", "Atatürk" ve "İsmet Paşa" konulu şiirleriyle anneannem de bir Cümhuriyet kızı sayılır. Ne var ki üstünden 77 sene geçmesine rağmen, doğal olarak halen "bay ve bayan" ifadeleri anneanneme "bi hoş" geliyor :)
Bugün bu kelimelerin nasıl yadırgandığını sezdiren, elbette çocukken ezberlediği bir mâniyi de söyledi kahvaltıda. Hemen not ettim:
"Bayan dedim bakmadın,
Manasını çakmadın,
Niçin cicim göğsüne
Bir pembe gül takmadın?
Sütler kaymak bağlamış
Buyurun sabah çayına!"
Sonda kafiyenin pek uymadığını anneannem de kabul ediyor :D Galiba orada eksik bir dize varmış, ama onu hatırlamıyor.
(Buraya bir edisyon notu: yazıyı okuyan arkadaşım Engin Urcan sayesinde mânideki eksik mısraları tamamladık. Şöyleymiş:
Sahanda yumurta
Girdik mayıs ayına
Sütler kaymak bağlamış,
Buyurun sabah çayına)
Bu mâniden de anlaşılacağı gibi 1930-1940lı yıllarda çocuklar ilkokullarda demek ki "bay, bayan" demesini öğreniyordu da, yine de köyde herkes anlamıyordu cümlede kullanınca. Doğaldır.
Bana kalırsa "Aman Ormancı" türküsündeki şu dizeler de yine türküye konu olan serhoş ormancının, köy kahvesinde dama oynarken vurulma hadisesinin 1930-1940larda yaşanmış olduğuna delalettir:
"Çıktım Belen Kahvesi'ne, baktım ovaya,
Bay Mustafa çağırmış, dam'oynamaya"
Nitekim de öyleymiş, bakınız vikipedia'da türkünün ayrıntılı hikayesi var merak edene. Olaylar 1946'da Muğla'nın Gevenes Köyü'nde geçer: https://tr.wikipedia.org/wiki/Ormanc%C4%B1_t%C3%BCrk%C3%BCs%C3%BC
Neyse efendim, konuyu fazla dağıttım... Annemle babam halen Ankara'da olduğu ve anneannemle baş başa hovardaca takıldığımızdan bu sabah sohbeti biraz uzattık, ben de ikimize kahvaltıda birer kahve yaptım.
Bu meyanda anneannem birbiri ardına hafızasında ne kadar mâni varsa sıralıyor. Bir noktada anneannem 1939 Erzincan depremi ile ilgili uzunca bir şiiri okumaya girişti.
26-27 Aralık gecesi vuku bulan Erzincan Depremi büyük bir felaket. 7,2 şiddetindeki bu tam 32.962 kişinin hayatını kaybetmesine, 100.000 kişinin yaralanmasına yol açmış... O tarihte Türkiye nüfusunun toplam 17.800.000 civarında olduğunu düşünecek olursanız, bugün bile korkunç olan can kaybı sayısının, savaştan yeni çıkmış Türkiye için ne kadar travmatik olduğunu anlayabilirsiniz.
(Erzincan depremi ile ilgili vikipedia girişinin linkini de şuraya koyayım, meraklısı bakar. Üstteki Erzincan depremi fotoğrafını da oradan aldım: https://tr.wikipedia.org/wiki/1939_Erzincan_depremi )
Nitekim 1939 Erzincan depremi ile ilgili Nazım'ın da pek dokunaklı bir şiiri vardır:
Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş yok
Gitti yarim gelmedi
gayrı bunda bir iş yok.
Oy dağlar dağlar, dağlar, dağlar...
Aldı ellerine kanlı başını
Karın ortasında Erzincan ağlar...
O ağlamasında kimler ağlasın
Kar yağar lapa lapa
tipidir gelir geçer...
Yan yana sırt üstü yatan ölüler
akşam uyur tandıramaz
ateşini yandıramaz
Gün ağarır şafak söker
kimsecikler gitmez suya
ezilmiş başlarıyla ölüler
vardılar uyanılmaz uykuya
Ses edip geceye beyaz taşından
kışlanın saati çaldı ikiyi.
Ne çabuk lahzada bitti yaşamak
Kimisi altı aylık,
kimisi sakalı ak,
kimi on üç, on dört yaşında;
kimi yola gidecek
kimisi mektup bekler
yan yana sırt üstü yatan ölüler...
Yayıkta yağ vardı, dövülemedi,
akpeynir torbaya koyulamadı,
hasret gitti ölüler
dünyaya doyulamadı...
Uyanıp kaçamadılar,
kuş olup uçamadılar
açıldı kuyular kimse inemez
Erzincan Beygiri rahvandır amma
ölüler ata binemez
yan yana sırt üstü yatan ölüler...
Kesemden verecek şeyim yok; yüreğimden verdim.
NÂZIM HİKMET
Nazım'inki kadar güzel olmasa da depremden 77 yıl sonra anneannemin ağzından dökülen dizeler, 1939-1940 başlarında popüler kültürde depremin ne kadar yer ettiğini, çekilen acıların Erzincan'a 1100 km. uzaklıktaki bir köyde bile hissedildiğini, anısının köylüsü şehirlisi, tüm Türkiye tarafından en azından bir kaç yıl taze kaldığını gösteriyor. Çünkü deprem olduğunda anneannem 6 yaşındaydı daha, muhtemelen bu manzumeyi sonraki yıllarda öğrendi.
"Erzincan duman oldu
Halimiz yaman oldu
Ne canlar kurban oldu
Ayrıldık Erzincan'dan
Ottan ocaktan candan
Hu nenni nenni...
Anasız yavru nenni
Babasız kuzu nenni
Kimsesiz bacın nerede?
Erzincan yolu kara,
Karıştı kanlar kara
Ne ettin zalim felek
Boynumuzu bükerek
Ayrıldık Erzincan'dan
Ottan ocaktan candan
Hu nenni nenni...
Anasız yavru nenni
Babasız kuzu nenni
Kimsesiz bacın nerede?"
Bursa tarihine aşina olanlar bilir, 1855'te Bursalılar'ın hafızalarında uzun yıllar boyunca "Küçük Kıyamet" olarak yer etmiş bir Bursa depremi vardır ki, esasen 7,2 şiddetindeki Erzincan depremi 1855'de Bursa'yı sarsan deprem yanında üfürük gibi kalır.
28.Şubat.1855'te Bursa, Kirmastı'yı (şimdiki adı Mustafakemalpaşa) vuran depremin şiddeti 9! Ve bu öncü deprem. Asıl deprem 11 Nisan'da Bursa merkezi vuruyor ve 10 şiddetinde!
(Bu veriler Kandilli Rasathanesi kayıtlarından: http://www.koeri.boun.edu.tr/sismo/Depremler/thistoric.htm)
Kirmastı'da nüfus az yalnız 300 kişi ölüyor, onu takip eden "Küçük Kıyamet"te ise 1300 kişi. O zaman evler ahşap, nüfus seyrek, depremin merkezi o tarihte bomboş sayılabilecek Bursa ovası olunca can kaybı bu kadarla sınırlı kalıyor ve ölenlerin önemli kısmı da deprem sırasında mangalların devrilmesiyle çıkan yangında gidiyor zaten. Yine de Bursa merkez nüfusunun o tarihte hepi topu 60.000 kadar olduğu düşünülürse, merkez için 1300 önemli bir can kaybı... Aynı tarihte Orhan Gazi, Osman Gazi türbeleri tamamen yıkılmış, Ulucami'nin minareleri çökmüş, Yeşil Cami ve Yeşil Türbe büyük hasar almıştı.
Her ne kadar Bursalılar'ın popüler hafızasında Küçük Kıyamet'in anısı onlarca yıl kalmış, depremin yaralarını sarmak bir yirmi küsur yılı almışsa da, 1939 Erzincan depremine kıyasla o yıllarda bu kadar büyük bir depremin anısının tüm Anadolu'yu ya da Bursa'ya daha yakın olan ve güçlü ticari ilişkileri olan Balkan coğrafyasını duygusal olarak çok sarstığı söylenemez..
Bunda Erzincan depremindeki ölü sayısının kat be kat fazla olmasının etkisi vardır elbet de, asıl olan Erzincan depremi acısının plaklarla 1940lar popüler kültüründe yayılması. Nitekim anneannem bu şiiri babasının gramofonunda plaktan dinleyerek ezber etmiş.
Belki de bu plağa okunmuş bir şiir değil, bir türküydü. Ya da o yıllarda hala daha Anadolu kültüründe devam eden ve anneannemin pek sevdiği tarzda yarı türkü, yarı manzum, destan şeklinde söyleniyordu; çünkü anneannem parça parça şiirden ayrı uyurken salıncakta kalan bebeleri falan da manzum hikayeye ekliyor. Anneannem o ayrıntıyı hatırlamıyor.
Yine de 1933, Bursa Tahtalı Köy doğumlu anneannemin, önce Osmanlı Hilal-i Ahmer'i, sonra cumhuriyetin Kızılay'ında hekim olarak görev yapmış, Erzincan depreminin yaralarının sarılmasında da görev almış Albay Abdullah Âhi Tuncer'le ortak bir anıyı paylaşmış olması, aynı manzumede yüreklerinin yanmış olması ilginç. Albay Abdullah Âhi Tuncer'in anıları için bakınız:
https://www.kizilay.org.tr/Upload/Dokuman/Dosya/28183229_erzincanda-yazdim-kitap.pdf
Hikaye ister istemez yakında zamanda kaybettiğimiz Benedict Anderson'ın Imagined Communities/ Hayalî Cemaatler adlı eserinde ulusların popüler kültürü yaratan öğeler aracılığıyla bireyler tarafından tahayyül edilebilir cemaatler haline geldiği yönündeki tezini hatırlatıyor
Anderson, bu ulusların tahayyülünün olanağını ve milliyetçiliğin popüler bir hareket olarak yayılmasının kaynağını, 19.yy.da print capitalismin, yani yayın kapitalizminin gelişmesi ve böylelikle gazete ve romanların Avrupa'da yaygınlaşmasında bulur. Anderson'a göre, başka koşullar altında geniş coğrafyalar üzerinde birbirinden hiç haberi olmadan yaşayıp giden insanlar, gazete roman tüketicisi olmaya başlamalarıyla birlikte, hiç yüzünü görmedikleri ve görmeyecekleri insanlarla bir cemaati oluşturduklarını tahayyül edebilmeye başlamışlardır. Böylece hayali cemaatlerin üyeleri, sınırları ulus devlet tarafından çizilmiş coğrafyada yaşayan başka insanlarla aynı kaderi paylaşma, ezelden ebede nesiller zinciri halinde birlikte varoluş düşüncesini oluşturabilmişlerdir.
Bireyleri ulus fikrinde birbirine bağlayan ağların zaferlerle dolu geçmiş hikayeleri olduğu kadar, yaşanan ortak acılar da olduğu düşünülürse, Türkiye'nin bir ucundan bir ucuna popüler kültürde yaşayan, ortak kader birliğini hissettiren ve plaklar yoluyla öyküsü popülerleştirilen 1939 Erzincan depreminin de genç Türkiye Cumhuriyeti'nin hududu dahilinde yaşayan insanlarda ortak kader birliği hissini kuvvetlendirdiğini söylemek mümkün.
Plakların anneannemin çocukluk hatıralarında önemli bir yeri var. Halasının tarlasında, imece usulu iş yapmak üzere toplanan kadınların nasıl evdeki gramofonu yüklenip tarlaya götürdüklerini, o sıralar 9-10 yaşlarında olan kendisinin kadınlar çalışırken onlara bir anlamda DJlik yaptığını, normalde akşama kadar sürecek işin, şarkı türkü ile iş görme sayesinde ikindi olmadan bittiğini daha önce de anlatmıştı, bu sabah yine anlattı (bkz. bu blogda 2 Nisan 2015 tarihli, "1940lı yıllarda Bursa Köylerinde Çalışma ve Eğlence Hayatı başlıklı kayıt)
O zaman dinledikleri plaklardan bazılarını Muzaffer Akgün, Mediha Demirkıran, Müzeyyen Senar vs. dinlediklerini hatırlıyordu, bu anlatışında hatırlamadı, eh...normaldir. Bir Münir Bulduk'u anımsadı, maalesef onun taş plak kaydını bulamadım youtube'dan.
Fakat anneannemin aşağıda linkini verdiğim 8 küsur dakikalık ses kaydından bence en eğlenceli ayrıntısı yine 1940larda, köyde, Bekir isimli bir gencin gramofon eşliğinde köyden aşık olduğu bir kıza serenade yapması :). Köyde kahvecilik yapan ve genç bir delikanlı olan Bekir, köy içinde gramofon sahibi şanslı insanlardandır. Anneannemin anlattığına göre, Huriye'ye âşık olan Bekir, gramofonu sık sık köyün içindeki Bademli Bahçe denilen bahçeye taşır, plağı koyar, plakla beraber yanık yanık başlar söylemeye:
"Yandım Allah yandım, yandırma beni
Derin uykulardan kaldırma beni"
Kızın evi de Bademli Bahçe'ye yakın mesafede, tüm bu serenade aktivitesini duyacak şekilde. Fakat hadise bir Romeo ve Juliette romansını bulamaz tabii... Köyün ne kadar çoluk çocuğu, genci varsa Bekir'ceğizin başına toplanır, "şunu da çalsana, bunu da çalsana" diye istek parça sıralarlarmış Bekir'e. Bekir de kırmaz çalarmış anlaşılan, ama sevdiceği Huriye o kalabada aşağı inip aşkına mukabele edemezmiş tabii..
Bekir'ceğiz Huriye'yi ister, ama baba kızını vermeye yanaşmaz. Ancak kızın da gönlü var besbelli ki, araya Huriye'nin ninesi Zelha (Zeliha) Paşa girer, gider oğluna "o kopoleye verecen o kızı, yettiyse yetti canıma. yoksa analık hakkımı sana helal etmem!", der. Böylelikle Bekir muradına erer efendim.
Şimdi bu anlatıda dikkati çeken iki ifade var: Biri Zelha Nine'nin lakabı: Paşa. İkinci "Kopole" ifadesi.
Köyde herkesin bir lakabı vardır. Zeliha Nine de hikayedeki hareketinde anlaşılacağı gibi dominant bir teyze olduğundan herhalde Paşa lakabını almış. Köyde o tarihte kadınlarının sözlerinin baskın olması, Zelha Paşa gibi karakterler çıkması boş değil, çünkü anneannemin başka bir günkü anlatısından biliyorum ki, köyde 1.Dünya ve Milli Mücadele yıllarından erkek kalmamış, her işe kadınlar koşmuş, ölüleri bile kadınlar yıkayıp gömmüş, çoluk çocuğu tarlada tapada yalnız başcağızlarına çalışarak onlar büyütmüş. O yüzden aralarından böyle güçlü kadın karakterlerin çıkması boş değil.
İkincisi, nedir "Kopole"?
Anneannemin doğduğu Tahtalı Köy, Bursa'nın çok eski, tarihi Bitinya'ya kadar uzanan bir köy. Mübadele öncesi nüfus karışık. Taa o yıllardan bu yana, anneannem Rumca olduğunu bilmese de aslında ağzındaki bazı deyişler Rumca. Tavuğu yumurtlatmak için söylediği bir tekerleme var ki...onun mesela Rumca olduğunu tahmin ediyorum. Fakat onu da bir başka gün yazarım. Birisiyle de küs olduğu zaman da mesela:
"Bundan gayrı onunla ne merhaba, ne kalimera", der; kalimeranın hangi dilden olduğunu bilmeden.
Mübadele yıllarında Tahtalı'nın Rum nüfusu tabii Yunanistan'a gönderilince, onların geride bıraktığı evlere Balkan muhacirleri yerleşiyor. Lakin anneannem bu muhacir ailelerinin nereden geldiğini bilmiyor, köye gidip sorup soruşturmam lazım onun bilgisi için. Muhacirlerin pek azı köyde tutunabilmiş ne yazık ki, besbelli ovanın yerli köylüleri onları dışlamışlar. Öyle anlaşılıyor ki, onlar da şehre göç ettiler, orada tutundular.
Kopolenin anlamını anneanneme sorduğumda anladım ki "genç adam" anlamında kullanıyor. Yine de Zelha Paşa'nın bu ifadeyi "göçmen çocuğu" için kullanması da manidar, argo bir anlam içeriyor olabilir.
Kopole'nin anlamını Ioannis Grigoriadis arkadaşıma sordum -ki Yannis'le hemşehri sayılırız, onun ailesi de mübadelede Bursa'dan göç etmiş. Yannis biraz araştırdı ve şuradaki bilgilerden de yola çıkarak https://el.wiktionary.org/wiki/%CE%BA%CE%BF%CF%80%CE%AD%CE%BB%CE%B9yola
Kopalis kelimesinin Yunanca'ya Slavca'dan geçtiğini, kelimenin asıl anlamının "1. filiz 2. piç" olduğunu, modern Yunanca'da artık unutulmuş bir deyiş olmakla beraber Girit Yunancası'da hala yaşayıp "genç adam" anlamına geldiğini söyledi. Ne ilginçtir ki Bursa köylerinde de ağaçların filizlerine "piç" denir. Aşı için, ya da fidan üretmek için, bir bitkiyi çoğaltmak için o bitkinin "piç"ini kopartır, bir yere ekersiniz.
Kelimeyi Facebook'taki arkadaşlarıma sorduğumda da ailesi Bulgaristan ve Selanik göçmeni olanların pek çoğu tarafindan da kopili, kopil, hatta çocuğa söyleniyorsa kopoleş şeklinde söylendiğini öğrendim. Bunun yanısıra, bu kelime ya da az değişmiş halleri İstanbul'da eski Rum mahalelerinde, mesela Samatya'da ayrıca Lazca'da, yakın zamana kadar kullanılıyormuş ve "haşarı, fırmala oğlan çocuğu" anlamına geliyormuş.
Kelimenin kullanıldığı coğrafyaya dair ilginç bir katkı da Nazlı Usta Lazaris arladaşımdan geldi. Nazlı'nın işaret ettiği şu siteden anlaşıldığı kadarıyla kopole kelimesi Yunanca üzerinden Arnavutça'ya da "kopile" olarak geçmiş ve bu dilde "hizmet eden genç erkek" anlamını almış: ( http://www.greeks-albanians.com/top-greeks-albanians/gr-m-ga-dem/348-demetrio-camarda-10 ) "Bekir kahveci olduğu için kopole kelimesi bu anlamda da kullanılıyor olabilir", der Nazlı.
Kelimenin kullanıldığı coğrafyaya dair ilginç bir katkı da Nazlı Usta Lazaris arladaşımdan geldi. Nazlı'nın işaret ettiği şu siteden anlaşıldığı kadarıyla kopole kelimesi Yunanca üzerinden Arnavutça'ya da "kopile" olarak geçmiş ve bu dilde "hizmet eden genç erkek" anlamını almış: ( http://www.greeks-albanians.com/top-greeks-albanians/gr-m-ga-dem/348-demetrio-camarda-10 ) "Bekir kahveci olduğu için kopole kelimesi bu anlamda da kullanılıyor olabilir", der Nazlı.
Ve'l-hasıl anladım ki Zelha Paşa ve anneannem kopole kelimesini eski Rum komşularından da , köye yeni gelen Balkan muhacirlerinden de öğrenmiş olabilirler. İlginç bir şekilde bu araştırmadan ortaya çıkan şu ki, modern Yunanca'da artık kullanılmayan bu kelime, Girit ve besbelli Anadolu'da hâlâ yaşıyor.
(Edit #2 Modern Yunanca'da artık yaşamayan kelimelerin Anadolu'da karşımıza çıkıyor olması elbette bir benim keşfim değilmiş bakınız. Cambridge Üniversitesi'nden Stephen Chrisomalis Trabzon'un ücra dağ köylerinde Yunanca'nın 2000 yıldır konuşulmayan bir lehçesini bulmuş, yani üç-beş kelime değil, koskoca bir lehçe!
http://anthropology.net/2011/01/05/ancient-greek-dialect-discovered-in-northeastern-turkey/Burada da Stephen Chrisomalis'in bloğunun linki var. Çok ilginç bir keşif gerçekten: https://glossographia.wordpress.com/2011/01/04/romeyka/ )
Daldan dala bolca atlayarak uzun bir yazı yazdım, ama bu sabahki anneanne sohbeti yoğundu, ne yapayım? Sohbetin sesli kaydını, bu hikayeleri anneannemin dilinden, sesinden dinlemek isteyenlere kayıt şurada: https://soundcloud.com/elcin-arabaci/anneanne-20subat2016-1
Sohbeti orta yerinde bölen telefon, hala süt eriği peşinde anneannemin koşturma trafiğinden (bkz. yine bu blograki "Anneannemden Süt Eriği ve Yaşama Sevincine Dair Dersler" yazısı): Bu yazıyı hafta başında Facebook sayfamda yayınlamıştım, kaybolup heder olmasın diye bugün başka bir iki yazıyla birlikte onu da ilave ettim.
Çok şükür anneannem bugün süt eriği, karadut ve muşmula aşılarına kavuştu, her birini de kendi elleriyle yaptı, hepimiz huzur bulduk :)
Sizin de ağzınızın tadi, keyfiniz , neşeniz yerinde olsun. Kalın sağlıcakla aziz kârilerim.
Not: Bu yazıya Facebook üzerinden bilgi ve görüşleriyle katkıda bulunan tüm arkadaşlarıma teşekkürler.
Not: Bu yazıya Facebook üzerinden bilgi ve görüşleriyle katkıda bulunan tüm arkadaşlarıma teşekkürler.
Merhaba, paylaşımlarınız çok güzel,
YanıtlaSilAma blogunuzu bayadır ihmal etmişsiniz...
Eminim paylaşacak çok şey birikmiştir.
Hadi gelin artık…
Birilerinin okuduğunun farkında değildim :) Teşekkürler.
YanıtlaSildemek ki birileri varmış okuyan :)
YanıtlaSileminim başka konular da vardır paylaşacağınız, sizi okumak ve tanımak isterdim :) belki de biraz kendinizden de bahsetmelisiniz :)
naptınız, tamamladınız mı dopktoranızı, şu an neler yapıyorsunuz?
YanıtlaSilElçin Hanım ben sizi twitterdan takip ediyorum. Blogunuza tesadüfen rastladım. Keşke arada bir de olsa güncelleseniz, muhakkak okuyanlar olacaktır :)
YanıtlaSil